Biliyorum 🙂 Kendi küçük hayatlarımız demek haksızlık… Sadece evrende dünyamızın kapladığı alanı ve bunun üzerinde biz insan canlısının kapladığımız alanı düşününce, göreceli bir küçük hayat demek istiyorum 😉 Beni anlayışla karşılayacağınızı umut ediyorum… Yazmaya devam ederken de İstanbul sokaklarının bir bölümünde, çıldırmış ıhlamur ve manolya ağaçlarının sarhoş edici kokularında baygın düşmemem gerek.
Eskiler yeni doğan bebeği kundaklardı. Bazı ailelerde hala uygulanıyor. Bir tür bohçalama işlemi gibidir. Bazen sıkıca bazen gevşekçe sarmalanırdı yeni doğanlar. Giderek gelişen-genişleyen çocuk yetiştirme – büyütme başlığı altındaki bilgi bombardımanında, kundaklama işi de bazı yerlerde unutuldu, bazı yerlerde yargılandı ve asıldı, bazı yerlerde yarım kundak vb. uygulamalara geçildi. Kundak deyip geçmeyin! Binlerce yıllık bir gelenekti ve elbet atalarımızın da bir bildiği vardı. Kısacası bir bohça içinde başlardık hayata… Şimdilerde o kadar sıklıkla uygulanmasa da, bunun izleri hala ortak bilinç dışımızda mevcut.
Bu bohçalanmışlığımız bizim hem fizik yapımızın düzgün olmasını ve kazalara çabucak kurban gitmememizi amaçlardı, hem de dışarıdan gelecek rüzgar, soğuk, börtü-böcek, nazar vb. den korumaya yarardı. Bir tür kalkandı yani. Bu bohçanın-kundağın içinde hayatın en şahane mucizelerinden biri büyüyor olurdu. Tam bir güven hissiyatıyla!
Bir ya da iki ay sonra, büyüyen bebeğin üzerinden kundak çıkarılır, ellerini-kollarını-bacaklarını oynatmasına izin verilir, oturmaya-emeklemeye-yürümeye başlayabilmesi için yeterince güçlenmesine fırsat verilirdi. Kundağın ortadan kalkması ile büyümeye başlamamız arasında doğrudan ilişki vardı. Bu kundağın üstlendiği görevleri artık içinde rahatça hareket edebileceğimiz farklı giysiler üstleniyordu ve biz de kundak içindeki oldukça pasif halimize veda edip, aktifleşmeye başlardık. Bir yandan da kendimizi güvende hissettiğimiz o yuvadan ayrılmak zorunda kalıyor, yuvadan ayrılmayı başarmak – baş etmek durumunda kalırdık.
Yuvadan ayrılan bebeğin büyürken bunu yaptığını fark edinceye kadar yaptığı her şey, işte bu kundak-yuvanın verdiği güven-huzur duygusunu bir şekilde yeniden ve yeniden yaşama arzusudur aslında. Bu yüzden her şey bir şekilde etiketlenir ve üzerimize yapışır. Giysiler, gittiğimiz okullar, kullandığımız parfümler, makyaj malzemeleri, bize kendimizi özel hissettiren kişisel eşyalarımız, arabamız, evimiz… bir dolu şey. Bunlarla kendimizi kundaklanmış-bohçalanmış hissetmeye devam etmeye çalışırız. Eğitim için, gezmek için, iş için, keşfetmek için yuvadan uzaklaşmalara ancak bu etiketlerle katlanabilir, bu ayrılığın altından kalkabiliriz. Hep içimizde bilerek ya da bilmeyerek yuvaya dönüş programını çalıştırarak.
Ama sadece çalışırız. Çünkü doğamız sadece fiziksel değil, duygusal ve ruhsal olarak da büyümemize programlıdır.
Hayat der ki: ” Yuva sensin artık. Büyü, geliş ve genişle.” Bu ister kendi çekirdek ailemizi kurmak olsun, ister daha geniş katılım-paylaşım nitelikli topluluklara evrilmek olsun, bir şekilde yuvadan uçmamız, kendimiz için bir yuva yaratmamız, yaratımımızı paylaşanlarımıza yuva olmamız gerekir demektir 🙂
Bu yüzden bebekliğimizde çıkmış olduğumuz yuvayı bize geri getirsin diye üzerimize sarıp sarmaladığımız o etiketlerle oluşmuş kırk yamalı bohçayı açıp içine bakmaya, gereksiz olanları ayıklamaya, fazladan ağırlıkları üzerimizden atmaya ve kırk yamalı bohçamızın bize sunduğu bilgi ve bilgelikle yeniden kendimizi sarmalamaya cesaret edelim. Kadın ya da erkek, anne ya da baba olmamız fark etmez…
Ha! Bir de unutmadan 🙂 Lütfen kırk yamalı bohçayı açtığımızda karşımıza çıkacak olan o bebek halimizi ortada çırılçıplak bırakmayalım… onu şefkatimizle, kocaman yüreğimizden akan sevgimizle, anlayışımızla ve elbette bunca yılın kazandırdığı bilgelikle sarıp sarmalayalım. Üşümesin, incinmesin, soğuk rüzgarlara kapılmasın ve sıcacık kucaklaşmamızla beslensin. “Biz” olan bebek o! 🙂
Hayatın şefkati üzerimize olsun…