“Acıdan kaçınma ve hazza ulaşma dürtüsü” diye birşeyler duymuşsunuzdur. Ego tarafımıza atfedilir ve ilkel benliğimizden kaynaklandığı anlatılır. Hemen teorileri pas geçiyor ve gündelik hayatımızdaki görüntüye, üzerimizdeki etkilerine odaklanıyorum 🙂
Gelin bu acı tiryakisi olanlarımız, acıya çekilerek ve acılara odaklanarak yaşayanlarımız nasıl özellikler gösteriyorlar buna bakalım… Acının içinde bulunmak, yakınında bulunmak, acıyı paylaşmak bu kişiler için hazza giden yol olur bazen. Var olmanın hazzını, acılarla haşır neşir olmakta bulurlar. Bir anlamda “acı-keder” bağımlısıdırlar. Aşırı yardımsever, aşırı fedakar, aşırı müdahaleci, aşırı acı-üzüntü-keder duyarlıdırlar. Neredeyse müzmin bir yas halinde dünyanın acılarını üstlenmiş ve bu sonsuz yasın içinde kendilerini kahramanlaştırmışlardır. Nerede bir acılı durum varsa bulur ve içine dalarlar. Bunun içinde kalmak, o havayı solumak onlar için hazzın, mutluluğun kaynağı olur. Varlığının beslenmesi buna bağlıdır. Bütün bu acılar varken, neşeli-sevinçli-hoşnut-huzurlu olmayı kendilerine yakıştıramaz veya buna izin vermedikleri gibi bundan suçluluk bile duyabilirler.
Bu durumun kendi içinde acıklı olduğunu düşünüyorum 🙁 Bu durumun diğer ucundaki hedonizme (hazcılık) girmeyeceğim. Ancak acıdan beslenenlerimizin ve acıyı haz kavramı ile bilinçdışı da olsa eşitleyenlerimizin de bir tür hedonizm etkisinde olduğunu söylemek istiyorum. Burada amacım kişileri acı bağımlısı ya da hedonist vs. diye etiketlemek değil. Kafamızı çok da karıştırmadan acının değerine ve insan için güçlendirici etkilerine bakalım şimdi.
Acıdan kaçınmak; ilkel benliğimizin biyolojik bilgeliğinden bize kalan tehditlere ve tehlikelere karşı bizim fiziksel olarak varlığımızı sürdürebilmemizi sağlar. O yüzden ateşten uzak dururuz, tehdit algıladığımız kişilerden veya ortamlardan kaçınırız, hızla üzerimize doğru gelen arabanın önünden bir çırpıda kaçabiliriz, yakınlarımızda aşırı yüksek sesli patlama veya benzeri bir şey olduğunda kendimizi yere atar veya kapanır bedenimizi kollarız.
Ne var ki, yaşarken bize bu tehlike veya tehdit hissini veren her şeyi bu ilksel-iç güdüsel bilgi dağarcığımızla birleştirir ve kapsamını genişletiriz. Ego yanımızın oluşumu tamamlandığında, annemizin bizi bırakıp gideceği fikri de bir tehdittir, işimizi kaybetme ihtimali de bir tehlikedir, sahip olduğumuz şeylerin bir gün elimizden gidebileceği ihtimali de bir tehdittir (sigortaclarımız buna çalışır :))ve bütün bu tehlike ve tehdit algımız, bizi bunlardan kaçınmak için aşırı verici ve teslimiyetçi kılmak ya da isyankar, öfkeli, saldırgan olmak üzere bilinç dışımızda program üzerine program üretir. Kendi korkularımızın acısını duymamak, bastırmak, kaçınmak için dış dünyadaki acıları onarmak, mümkünse silip atmak, her derde deva olmaya çalışmak ya da duyarsız, ilgisiz, soğuk kalmak vb. için uğraşırız. Sanki, kendi acımızı duymaya, deneyimlemeye ve iyileştirmeye ihtiyacımız olduğunu inkar eder ve bunu başkaları üzerinden yaparız. Diğer taraftan bu ihtiyacı duyduğunu hissettiğimiz kişilere ve durumlara karşı saldırgan ve acımasız davranabiliriz. Herkes ve her şey iyi ve mutlu olursa, ben de mutlu olurum ya da “benim içim yanıyor, herkes de yansın” der gibi… Dipsiz bir kuyu yani. Başkalarının sevinç ve mutluluklarından acı duyanlarımıza ise şimdilik burada hiç dokunmuyorum 🙂
Oysa doğal yaşamın içerisinde doğal dengede yaşanan bir stres (tohumun çatlamaya hazırlanması örneğin), dengede yaşanan bir acı ve acı eşiği aşıldığında ise büyüme-gelişme-yenilenme görürüz. Kolay olduğunu söyleyemem. Nasıl yürümeye başladığımızda düşüp kalkıp canımız yanıyor da yürümekten vazgeçmiyorsak (ki bir bebek için büyük bir hamledir, konfor alanını terk eder ve dünyayı biraz daha yukarıdan bakarak keşfe çıkar 😉 ), hayatımızın her hangi bir anında bize acı veren bir durum ile karşılaştığımızda, bundan kaçınmak yerine (ayrılık acısını uyuşturmak için sakinleştirici almak, işimizi kaybettiğimiz için ya da kaybedeceğimizi düşündüğümüz için sosyal (?) hayatın dibine vurmak, gülelim-eğlenelim-oynayalım haliyle olana-bitene-ailemize-kendimize duyarsızlaşmak, yeni bağımlılıklar geliştirmek, işkolik veya sporkolik olmak vb.) kendi acımıza sahip çıkmak, bu acıyı kabul edip bunun içinde bizim için ne gibi bir iyilik var ( hem bedende hem de hayatımızın içinde bir acı varsa, bunun mutlaka bir mesajı var) diye bakmak, hem kendimiz için hem de hayatımızı algılama çerçevemiz için denge getirir. Zaman zaman uçlara doğru sarkaç hareketi yapsak da, hem acıyı hem de hazzı deneyimlemek, denge durumuna gelmek, sonra yeni bir ivme ile yeniden sarkaç hareketine dönmek ve yeniden dengeye gelmek… Her dengeye gelişimizde, bir önceki denge durumumuza göre daha deneyimli, olgun ve varlığımızdan hoşnut olduğumuzu hissetmek. Sizce kulağa nasıl geliyor? 😉
Bunu başardığımızda, artık dış dünyada karşılaştığımız acıların da sahiplerinin, kendi acılarının üstesinden gelebileceğini fark eder miyiz? Onların da gücüne, acıyı deneyimleme hak ve özgürlüğüne saygı duyabilir miyiz? Acılarını onurlandırabilir miyiz? Acı üzerine kendi hissiyatımızı ve düşüncelerimizi bir yana bırakarak, o durumda veya o kişilerin ortaya koyduğu her ne ise, buna tamamen ön yargısız, tamamen etiketsiz, kalbimizi açabilir miyiz? Acımak ve işlerine burnumuzu sokmak yerine, ya da durumu kayıtsız ve duyarsız kalmak yerine merhametimizle onlara saygı duyduğumuzu ve dilerlerse yardımcı olabileceğimizi, yanlarında olduğumuzu belirtmekle yetinebilir miyiz? Birileri acı çekiyor diye kendimize yaşamaktan zevk almayı, sevinç ve neşemizi çoğaltmayı, geleceğimizi kendi istediğimiz gibi inşa etme hevesimizi beslemeyi yasaklamasak! Olmaz mı? 🙂
Yaşama sevincinizi illa da acılara-kederlere-üzüntülere ve yaslara değil de, doğanın bize gösterdiği gibi her döngünün bir denge demi olduğunu fark etmeye ve buna duyacağınız şükran duygusuna bağlamaya cesaret edin. Acı eşiğinizi aştığınızda yeniden doğacağınıza, yeniden bir başka seviyede gelişip olgunlaşacağınıza güvenin. Kendinizi sevinçle çınlamak isteyen varlığınıza hasret bırakmayın, e mi? 🙂
Sevinçle, huzurla ve sağlıcakla kalın.