“Hapsolmuş, saplanıp kalmış gibiyim…”
“Hapsolmuş, saplanıp kalmış gibiyim…”

“Hapsolmuş, saplanıp kalmış gibiyim…”

Yaklaşık 7-8 aydır görüştüğüm insanlardan bu cümleyi daha sık duyar oldum. Belki sizler de duyuyor ya da böyle hissediyorsunuz. Hem zihinsel olarak hem de fiziksel olarak bu hissedişin sonuçlarını da görüyoruz. Kafamız karman çorman, düşüncelerimiz berrak değil, odaklanma sorunlarımız çoğalıyor. Bedenimizde özellikle bacaklar ve ayaklarda huzursuz bacak sendromu, taban ve topuk ağrıları, kalça ve dizlerde eklem ağrıları, kas ve sinir sıkışmaları vb. bir dolu etkiyi hissediyoruz. Ruhen kendimizi bir yerlere, bir şeylere veya bazı durumlara hapsolmuş gibi hissediyor ve bir çıkış yolu da bulamıyoruz belki 🙁

Bunun elbette kişisel olarak hepimiz için farklı sebepleri var. İçine doğduğumuz her türlü koşulla birlikte yoğrulan kişiliğimiz farkına bile varmadan bireysel hapishanelerimizi yaratmamıza sebep olurken, kolektif atmosferin de etkilerini hem ruhsal hem de hücresel düzeyde alıyoruz. Dünyanın neresinde ve hangi çağda olursa olsun yaşanmış tüm travma veya sevinçli olayların etkisini, hafızasını nötrinolar sayesinde hepimiz bilinçaltı düzeyinde hatırlıyoruz. Bilemediğimiz ve anlamlandıramadığımız pek çok etkiye maruz kalmak da bizi sıkıştırıyor, boğuyor, kaygı ve endişelerimizi artırıyor olabilir.

Gerçekte bir hapishanede olmadığımızı, hapis de olmadığımızı görüp kabul etmek sanırım sağlıklı çıkışa doğru ilerlemenin ilk adımı. Bu adımı atma kararı cesaret istiyor. Ama zaten mevcut koşullarda yaşıyorsak, yeterince cesuruz demektir 🙂

Toplumsal ya da kişisel olarak kendi bireysel sınırlarımızı doğru şekilde koyabiliyor muyuz? Bu sınırlar bizi sahiden bizi koruyor mu? Yoksa  aşırı dozda sınırlama yüzünden bizi hareketsiz bırakıyor, gelişimimizi kısıtlıyor ve hatta bizi kötürümleştirip, körleştiriyor olabilir mi? Aynı sorular toplumsal yaşamımız için de geçerli. Belki pek çok soru daha eklenebilir.

Ancak artık vadesi dolmuş olan inançlarımızı, kural koyuşlarımızın tarzını, koyduğumuz veya uyduğumuz kuralları gözden geçirip, işe yaramayanları ya da içimize sinmeyenleri önce bireysel yaşantılarımızda ve giderek toplumsal yaşantımızda değerlendirsek, gerekiyorsa bırakmak güzel olmaz mı? Bir bahar temizliği gibi yavaş yavaş eskilerin elden çıkarılması, temiz ve tazelenmiş bir ortama yer açılması güzel olmaz mı? Ego-sistemden çıkıp eko-sistemin uyumla akan bir parçası olduğumuzu görmek ferahlatıcı olmaz mı? Dünyayı kendimize ve bizden sonraki kuşaklarımıza dar etmesek olmaz mı?

Yürek ferahlığıyla, heyecanla her yeni doğan güne uyanmayı beklediğimiz, uyumu, birlikte yaratmanın keyfini çıkaracağımız zamanlar için, dostlukla…

Bir yanıt yazın