Kendimizin temiz, masum, iyi, güzel, doğru, vicdanlı, ahlaklı vs. olabilmesi için (veya kendimizi böyle hissedebilmek için), bizim dışımızda kalan birileri olmak zorundadır. İşte bu birilerinin adı “Öteki“‘dir. “Onlar” diye söz ettiklerimizdir. Bütün kötülükler, kusurlar, eksiklikler, hatalar, yanlışlar… Ötekilere aittir. Böylece biz vicdanımızda temiz olduğumuzu hissedebilir ve başımızı yastığa koyduğumuzda kendimizi temize çıkararak rahat bir uyku çekebiliriz.
Hatta çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben, bu öteki tanımını bir adım ileriye taşır ve “kutsal insan-homo sacer” kavramını gözümüze sokar. Bu öteki öyle bir ötekidir ki; herkes onu öldürebilir ancak “kurban edilmeye bile layık değildir”! Kimliği, kişiliği, özlük hakları, vatandaşlık hakları bile yoktur. Hatta belki öldükten sonra gömülmeye, örneğin bizim toplumumuzda namazının bile kılınmaya hakkı yoktur. Oysa J. Lacan’ın ifade ettiği gibi; “usulünce gömülmeyen her şey hortlar“!
Sessiz sedasız kıyı köşe çöp toplayanlar, geceleri bir kuytu köşeye sığınıp sabaha sağ çıkmayı umanlar veya bunu bile umursamayanlar, yollarda kendi kendine konuşup bağırıp çağıranlar (cep telefonu marifeti olmaksızın), kuytu köşelerde bulabildiği her ne madde varsa sonsuzca bir yok oluşa veya bizzat hiçliğe doğru tüketenler, kıyıda köşede birilerine veya bir şeylere tecavüz edenler, hiç bir bilinçli düşüncesi olmaksızın sen yürürken elinden poğaçanı alanlar, giydiğin montu üstünden sıyırıp çıkarıp kendi giyenler, ruhlarına azıcık güneş ışığı sızdığında kendilerine katlanamayıp hayatlarına bir şekilde son verenler, otomatiğe bağlanmış halde cinsel istekleri yerine getirenler veya cinsel isteklerinin yerine getirilmesini isteyenler, yakanlar, yıkanlar, katledenler, yerine yeniyi ve “öteki olmayanlar tarafından kabul edilebilir” bir şeyi koymayanlar, hırsızlar, soyguncular, yok sayılan herkes ve herşey… Sonsuza kadar “kutsal insan” veya “öteki” olmaya mahkum edilenler…
Bu ötekiler sağ olsun, var olsun ki; biz de “insan” olduğumuzu hissedip akşam evimize gönül rahatlığıyla, çocuklarımızın yüzüne bakabilme cesaretiyle gidebilelim…
Sahi, “biz” kimiz? “Öteki” dediklerim için ben nasıl bir “ötekiyim”? Bu sonsuz dışlama-dışlanma-yabancılaşma-yabancılaştırma oyununu bozabilir miyiz? Nasıl bozarız? Bozarsak ne olur? Kendi içimdeki “ötekilerimle” barışırsam ne olur? Kendimden saklanmasam, kendimden ötekileşmesem, kendime yabancılaşmasam, nasıl olur? Neler değişir? Bir “öteki” kalmayıncaya kadar kendimle tanışmaya, barışmaya, kucaklaşmaya katlanabilir miyim?
Sağlıcakla kalıp, kendimizdeki ötekilerle barışa kadeh kaldıracağımız zamanlara…