Anneler ve evlatları arasındaki ilişki için bir dolu yazı, açıklama, bilimsel kuram ve yayın bulunabilir. Bitmez tükenmez bir ilişki okumasıdır anne-çocuk ilişkisi. Gerçekten de hayatı, kendimizi, cenneti okumanın bir yoludur bunu yapmak 🙂
Ben yalnızca danışanların kişisel öykülerinin, deneyimlerinin kapsadığı kadarından söz etmek istiyorum. Bu öyküleri anlamamızı sağlayan bence yalnızca kuramlar değil, yaşantının kişide bıraktığı izlerin bize aktarıldığı kadarı ve aktarılma yolu. Yine de bir tek yazı, bu ilişki yumağını anlatmaya ya da anlaşılmasına yeter mi? Hiç sanmıyorum. Benimki kısacık bir değinme olabilir ancak.
Annenin içinde yaşadığı koşullar her ne olursa olsun, karnındaki bebek bütün bunları güven ilişkisi kurmak için kullanıyor. İçgüdüsel olarak içinde bulunduğu o dünya, bebek için cenneti temsil ediyor. O sırada anne acılar içinde kıvranıyorsa, baba tarafından şiddete maruz kalıyor, ailesi tarafından itilip-kakılıyor, ailesi tarafından el üstünde tutuluyor, ailesi tarafından bir erkek çocuk doğuracağı için (bizim kültürümüzde daha sık rastlanan) gurur duyuluyor, geçim sıkıntısı çekiliyor, ağır işler yüzünden fiziksel rahatsızlıklar yaşanıyor veya keyifle beklenen bir bebeğe hazırlanılıyor olabilir. Bütün bunlar; bebek için anne karnındayken “cennet” diye tanımlayabileceğimiz tam güven-tam destek-tam sevgi-tamlık-bütünlük gibi algılanıyor. Anne tarafından hissedilen tüm olumlu ya da olumsuz duygular, bu cennet deneyiminin bir parçası haline geliyor. Doğum sonrası da yaklaşık 2-2,5 yıl boyunca, çocuğun algısında kendisi, annenin bir uzvu gibi, onun bir uzantısı olduğu hissi söz konusu 🙂
Zamanla kendi hayatlarımızı yaşamaya doğru büyür, erginleşir ve yuvadan da uçarız. Uçamayanlarımız da var. Sebepleri ne olursa olsun, yuvada kalmayı bir tür emniyet kemeri olarak algılayarak, anneden bağımsızlaşamayanlarımız da var. Hayat açısından bu durumlar da bir sorun yaratmıyor ve gelişmeye, genişlemeye, döngülerini sürdürmeye devam ediyor. Kişi için ise “bağımsızlaşamamak”; en başta ilişki sorunları (çoğunlukla bağımlı ilişkiler), sonrasında maddi sorunlar, sonrasında kariyer ve en sonunda da toplamda “iç huzuru” sorunları yaratıyor. Bunlar da eğer hala kulak verilmez ve ilgilenilmezse, bedensel-fiziksel-zihinsel sağlık sorunları olarak bizi kendimize geri getirmeye uğraşıyor.
Anneden bağımsızlaşmak demek; anneleri bir kenara atmak, onları dışarıda bırakmak, yok saymak, düşünmemek, ilgilenmemek, “bencillik etmek” değildir elbette. Tam tersine anne oluşlarını kendi koşulları içerisinde onurlandırmak, dolayısıyla kendi var oluşumuzu onurlandırmak, hayatı annenin gözlerinden-dilinden değil, kendi geliştirdiğimiz dilden ve bakıştan algılamak, kendi yolumuzu yaratıp o yola çıkmak, annemize “kendimiz olarak” bir armağan vermek anlamına geliyor bence. Burada anahtar nokta sanırım “hayatı anne üzerinden okumaktan vaz geçmek“! Çünkü babayla ilk ilişkimiz de annenin babayı okumasından-algılamasından etkileniyor. Sonrasında biz bu okumaları babamıza, kardeşlerimize, öğretmenlerimize, arkadaşlarımıza, sevgililerimize, eşlerimize ve çocuklarımıza, yani hayatımızın tümüne yayıyoruz. Bununla baş etmeyi öğrenmenin ilk yolu, sorgulayan çocuklar olabilmek. Bunun için de sorgulayan, öğrenmeye-gelişmeye açık aileler gerek. Aileler bu açıdan belki de bu konuda pek üzerinde durulmayan, en önemli kaynak!
Annelerimizi özledikçe, anneye geldiğimiz zamanları özlemek yerine, kendi yaşadığımız hayata dönüp bakarak gelişebileceğimiz fırsatlarımız bol olsun. Çocuklarımıza bağımsızlaşmalarına, yuvadan kolaylıkla ve sevinçle uçabilmelerine destek olduğumuz hayatlarımız olsun. Öteye geçmiş annelerimizin ruhlarına selam olsun. Hayatta olan annelerimizin sağlıklı ve uzun ömürleri olsun. Belki onların da kendi hayatlarını onurlandırmalarına vesile olabiliriz. Değilse de sağlık olsun 🙂
Sevgiyle kalın.
Geri bildirim:Narsist ebeveynler, abiler, ablalar, eşler, çocuklar, patronlar ve ilişkilerimiz… | Nermin Uyar