Şu tırtıl meselesi! ve… eko-sistemi yeniden fark etmek…
Şu tırtıl meselesi! ve… eko-sistemi yeniden fark etmek…

Şu tırtıl meselesi! ve… eko-sistemi yeniden fark etmek…

Bir an kendimize uzayın derinliklerinden, mavi gezegenimizde yaşayanlardan bir minicik parçacık olarak göründüğümüz mesafeden bakabilir miyiz? O gördüğümüz şey bizim yuvamız; üzerinde ve içinde yaşadığımız, tüm kuvvetlerin bir araya gelerek bizi bir insan yapan ve insan olarak uçuşup, kaçışmadan bizi kucağında tutan yuva 🙂 Üzerinde ve içerisinde var olan tüm varlıklara kucağını açan.

Yuvaya baktıktan sonra kendi bedenimize de bakalım. Nasıl ki gezegenimizin kendine ait ısrarla sürdürdüğü bir düzen (kaosların, belirsizliğin, alt-üst oluşların, doğal afetlerin varlığıyla birlikte) varsa, bedenimizin de kendi içinde sürdürdüğü bir düzen var. Zaman zaman alarm veren organlarımız ya da enzimlerimiz ya da dokularımız olabilir 😉 Yani kendimizi kaos içerisinde bulduğumuz zamanlar. Eğer bedenimizin sahip olduğu bilgeliğe (düşünün milyarlarca yıllık evrim bilgimiz hücrelerimizde kayıtlı ve daha biz bilincine varamadan bedenin sağ kalması için ne gerekiyorsa onu yapan bir organizmayız) güvenip, bu kaosu ya da zorlayıcı koşulları neden-nasıl-ne zaman yarattığımız veya yaşadığımızı hatırlayarak, vücudumuzu kendi bilgisiyle bizi iyileştirmeye bırakabilir ve hatta ona destek olursak, var oluş yasaları gereği kaos,  yeniden denge durumuna döner 🙂

Bütün bunları niye mi anlatıyorum? Belki bir kez daha hatırlamak, milyar yıllardan getirdiğimiz bilgimizi kendimize hatırlatmak çabası diyebilirim. Kendime bir not kağıdı gibi… ama daha fazlası da var.

Tabi olmazsa olmazım tırtılı da hatırlatacağım 😉 Tırtıldan bir kelebeğe dönüşmenin öyküsü, belki de tüm zamanların ve tüm bilgi paylaşım alanlarının en popüler örneğidir. Bence de çok şahanedir ve tüm kelebekleşen ve kelebekleşecek olan tırtılları şimdi buradan kocaman kucaklıyorum 🙂 Kelebek yumurtasını kendi türü için gereken besini sağlayacak bir yaprak üzerine bırakır (evrim bilgisinden gelen seçicilik), yumurta bir süre sonra bir kaç kez kabuk-kılıf değiştirerek büyür (bir tür rahim içi gibi bir kılıf) ve zamanı geldiğinde kendini bir yaprağa veya minicik bir yaprak sapına ters bir şekilde, bir koza içinde asarak, son doğuma hazırlanır. Kozasını çıkarıp attığında, kanatlarını hafifçe, uçabilme anlamında kontrol için dener… ve havalanıp kendi neslinin devamı için ne gerekiyorsa onu yapmaya yeniden başlar 🙂

Belki kelebek olmanın da acısı, sancısı vs. vardır. Tırtılın bir kelebeğe dönüşmesinin ardında, “yarın yine güneş doğacak” bilişimize benzer bir biliş var. Belki de ne olacağına dair bir fikri yoktur ama fizyo-biyolojik süreç devam eder ve bir kelebek olma haline geldiğinde de kanat çırpıp uçması gerektiğini, yeni yumurtalar bırakması gerektiğini bilir ve buna karşı gelmez. Buna karşı gelenler varsa bile biz zaten onlara kelebek olarak rastlamıyoruz 😉 Peki, bir gün güneş doğmayabilir mi? Bizi ısıtan, aydınlatan, beslenmemizi sağlayacak olan fotosentez işlevini bitkilerimizde harekete geçiren güneşimiz, bir gün doğmayabilir mi? Düşünsenize, güneşimiz bir gün “bu kadar yeter, bu oyundan sıkıldım, bana ne bana ne” derse, biz dünya sakinleri ne yaparız?

Elbette bir şeyler yapabiliriz 🙂 Buzul çağı ve karanlık günlerden geçen dünya tarihinden bilgiye, hücrelerimizde de sahibiz ve hala buradayız 🙂 Belki değişik formlarda, belki farklı zaman ve boyut anlayışı içerisinde ama var oluşun başlangıcından beri hücrelerimize kazınmış olan “her ne olursa olsun yaşamak-sağ kalmak-canlı kalmak” programımıza uygun olarak, buradayız. Yani, dünya ananın kendi sisteminde geçirdiği tüm değişimlerden hem etkilenerek hem de onu etkileyerek, birbirimize uyumlanarak varız. Şimdide ve burada!

Bütün bu var oluş aşamalarının, aminoasitlerden bedenimizi oluşturan sürecin, nötron-proton-elektronların da altında henüz adı konmamış tüm mini mini parçacıkların serüveni, görüp-algıladığımız bu varoluş boyutunda aslında “bilgilen-ona göre yeniden örgütlen” komutuyla hareket ediyor. Her bir atomik parça, molekül ve diğer gelişmiş yapılara doğru evriliyor. Dünya anamız üzerindeki yaşantımız bu! Kabul edersek, şimdi biraz daha ilerleyelim 🙂

İnsanlar topluluklar halinde (kabile de olsa, toplum da olsa, ulus da olsa) yaşar. Çünkü hücre bilgisindeki “bilgilen ve ona göre yeniden örgütlen” komutu her daim çalışmaktadır. Otomatik bir kopyalama gibi, hücrelerimizdeki bilgiyle biz de ama küçük ama büyük ölçekli topluluklar oluşturmaya koyuluruz. Nedeni; bir araya gelmenin daha kolay, daha ekonomik, daha rahat olmamızı sağlamamızdır. Tıpkı göze görünmeyen atomik parçacıkların birleşerek molekülleri, sonra birleşerek hücreleri, sonra birleşerek dokularımızı ve organlarımızı oluşturması gibi.

Dünya üzerinde yaşayan diğer canlılarda yok ama biz insanlarda EGO dediğimiz birşey var. Bu ego dediğimiz şey aynı zamanda bizi diğer var olan tüm varlıklardan “ayrı” hissetmemize, algılamamıza da neden oluyor. Böylece “ben” ve “sen-o” kavramlarıyla karşılaşıyoruz. Spiritüel açıklamalardaki “perde” diye belirtilen şeydir egomuz. Dünya yaşamı bilirsiniz, insanlar açısından “ikilikler-dualite” üzerine kuruludur. Bu yüzden de biz kendimizi ancak bir başkası, bir “öteki” üzerinden tanımlayıp, kavrayıp, anlayabiliyoruz. Konuya psikoanalizin “ben ve nesne ilişkisi” açısından bakmayacağım burada. Bu konuda meraklılarımız Freud’dan başlayarak araştırabilirler.

İnsanın bilinen veya varsayılan ortaya çıkış sürecinden günümüze, bu ayrı olma hissi, olumlu ya da olumsuz olarak, toplumsal gelişimimizi etkilemiş durumda. Ne yazık ki, bütün var olanla, var olan düzenle, var olan tüm varlıklarla birlikte, karşılıklı ve iç içe geçmiş şekilde birbirimizi etkilediğimiz-etkilendiğimiz bilgisinden uzaklaşmış durumdayız. Bunun sebeplerini anlatmak, çok fazla sayıda sosyo-psikolojik ve psiko-politik açıklamayı gerektirir ki; hedefim bunlara dalmak değil 🙂

İnsanlar olarak bu dünya üzerinde hep birlikte yaşadığımızı, üretimde ve tüketimde işbirliği-dayanışma-paylaşma-bölüşme-duyarlılık kavramlarının, toplum olmanın vazgeçilemez temelleri olması gerektiğini anlamaya ihtiyacımız her zamankinden daha fazla diye düşünüyorum. Üzerinde yaşadığımız dünyanın, üzerinde yaşam bulan tüm varlıkların içerisinde bir parçayız. Devasa bir sistemin (güneş sistemimizi ve dünyamızın hareket döngülerini-gece-gündüz-mevsimler-fizik kuvvetler vb.) içerisinde bizler de tek tek insanlar olarak var olmakta çok zorlanacağımız için, topluluklar oluşturuyoruz. Buraya kadar güzel giden işler, içinde bulunduğumuz o devasa eko-sistemi unutup, topluluğa-topluma sahip çıkma ve buna bağlı görevini yapmaktan istifa edip, bir lider-bir çoban-bir yönetici-bir kral vb. bulup, topluluğumuzu yönetme yetkisi adı altında toplumumuza sahip olma hakkımızı devrediyoruz. Sonra “beni temsil etmiyor bu kişi-kurum vb.” itirazlarda bulunuyoruz. Yani bedenlerimizin sahip  olduğu organize olma, örgütlenme becerisi bilgisinin tam tersi topluluk davranışı gösteriyoruz. Düşünsenize, kalp kaslarımızı oluşturan hücreler “valla çok yorgunum, ben biraz böbrek kanallarında yaz tatili yapacağım” dese, ya da göz kaslarımız “bak bak nereye kadar bu odaklanma, yeter artık” dese, bedenimizde neler olur 😉 Benzer bir durum da bizler, toplumu-devleti oluşturan bireylerin bu devleti-topluluğu-örgütü oluşturup, topluma sahip çıkma görevini tepelerde ağırladığımız birilerine bıraktığımızda yaşanır ve yaşanıyor 🙁 Çünkü insanın egosu var. Egomuz (benliğimize dair fikrimiz) bizi güçlü olmaya, güce her daim sahip çıkmaya, her ne olursa olsun “güç bende” demeye yönlendiriyor. Çünkü herşeye biz sahip olmaya çalışıyoruz. Olmazsak da bir başkasını güçlendirip tepelere yerleştirip ululaştırıyoruz. Böylece “güçlü birileri”nin kanatları altında korunabildiğimizi hissediyoruz.

Bilinen yazılı, sözlü dünyadaki insan tarihi, savaşlarla ve doğal afetlerle ortadan kalkan uygarlıklar ve toplulukların örnekleriyle dolu. İnsan olarak kendi var oluşumuzun fizik-biyolojik-kimyasal organizasyonuna tam tersi şekilde davranıyoruz. Bireysel olarak hastalıklar, toplumsal olarak huzursuzluk-kargaşa-savaş vb. tüm çatışmalar, kendi yarattığımız toplum birimlerine (aileden, en büyük çerçevede dünya insan topluluğuna) sahip çıkmaktan vaz geçişimiz ile ilgili bence.

Bütün bunları biliyor ve sizinle de bu durumu paylaşıyor olmakla birlikte, kendi adıma sadece ailem-yakın çevrem ve bilemediniz biraz daha dış halkalarda, “bilgilen ve ona göre yeniden örgütlen” komutuna uygun davranmaya ve yaşamaya dikkat ediyorsam da, toplumsal düzlemde bu farkındalığın edinilmesine veya uygulanmasına bir katkım yok sanki 🙁

Bu yüzden neler yapabiliriz, nasıl kendi var oluşumuzun tüm deneyimine güvenerek toplumsal yaşamımıza yeni bir bakışla bakabiliriz, sorunlarımızı ötelemeden görmezden gelmeden açık bir kalp, açık fikirlilik ve çözüm bulma niyetiyle nasıl yeniden ele alabiliriz diye düşünüyorum. Şu anda insan olmanın, var olan tüm varlıklarla birlikte bu dünya üzerinde ortaklaşa yaşıyor olduğumuzun farkına vararak, ortak amaçlarımıza uygun olarak bir araya gelirsek, gelecekten endişe etmemize de pek ihtiyacımız olmaz sanki 🙂

Önerilerinizi eposta veya Facebook sayfasından paylaşırsanız ne güzel olur 🙂

Dileğim güce duyulan sevginin yerini, sadece sevginin gücünün alması…

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın