Her şey sanki çok çabuk olup bitmiş gibi…Oysa bitmedi elbette. Yıllardır adını duyduğum ve yürüyenlerin öykülerini ucundan kıyısından dinlediğim bu rotada yürüme fikri, regresyon terapistlerinin dünya kongresini Porto’da yapmaya karar vermesiyle içime ateş düşürdü! Sonrasını ise bu sayfalarda siz de okuyacaksınız. Hem kendi yaşamımız hem de tüm varoluş o kadar değerli ki ! Bunu içime sindirmenin getirdiği yoğun bir şükran duygusu en baştan beri HAKİMdi 🙂 Ama bu yazımda konumuz bu şükran duygum değil…Sadece yol, yolcu, yolculuk…Hangi duygularla düşüncelerle yola çıktığımı merak ederseniz buradan onu da okuyabilirsiniz…Hadi başlayalım 🙂
2 Ekim 2014 – Perşembe / İstanbul – Coímbra
Bazılarınız bu resmi daha önce görmüşsünüzdür. Yolculuğuma bu arkadaşlarımla çıktım. Sırt çantam yaklaşık 22 kg. ağırlığındaydı. Sabah 04.30 da Atatürk Havalimanına doğru yola çıktığımda İstanbul uyuyordu. Boğaz köprüsünden geçerken bir vedalaşma oldu aramızda. Nasıl olacağını bilmediğim ama değişeceğini bildiğim bir ilişkiyi ardımızda bıraktık. Dönüşümde farklı gözlerle bu şehre bakacağımı biliyordum. Sabah 10.30 da Portekiz – Lizbon’a indim. Havaalanına yakın bir yerden bindiğim otobüsle önce Santarém‘e gittim. Küçücük bir sahil kenti. 1600’lerde gelişmiş. Kısa bir geziden sonra yine otobüsle Fatíma‘ya geçtim. Burada 3 çoban çocuğun üst üste 3 kez Meryem’i rüyalarında görmesi sonucu işaret edilmiş yere inşa edilmiş bir kilise var. Bir hac merkezi. Aynı zamanda bir şifalanma yeri. Geniş bir ayin alanı var. Yılın belli zamanlarında geleneksel hac ziyaretleri ve törenleri yapılıyormuş. Ben oradayken sakin ve sessiz sayılırdı. Çanların müziği ve derinlerden gelen huzurlu küçük bir ayin sesine ben de yanımdaki minicik Kuran’dan Meryem Suresi’ni okuyarak eşlik ettim. Diğer ziyaretçilerle birlikte çeşmelerinden akan sularından içtik, selamlaştık. Gençlerden iki kız benim ulu meşe ağaçlarının altında resmimi çektiler. İyi bir evlilik yapmak dileğiyle ziyarete gelmişler. Ben de şifalanmaya ihtiyaç duyan herkesin ve herşeyin, ben dahil, şifalanması için dua ettim. Tekrar otobüse binip Coímbra‘ya doğru yola çıktım. Otobüs dolu sayılır. Ön sağ tarafta oturuyorum. Solumda iki yaşlıca bayan. Çok zarifler. Yola çıktığımızda bayanlardan biri etkileyici bir sesle bir şarkı söylemeye başlıyor. Tüylerim diken diken. Bu kadar mı yoğun olur bir sesin, bir müziğin titreşimi!… Anlıyorum ki bir fado şarkısı bu. Ardından bir daha ve bir tane daha…öylece…kendiliğinden. Arada arkadaşıyla sakince sohbet ediyorlar…sonra anlamaya başlıyorum ki aralarında söylemek için şarkı seçiyorlar…Her şarkının bitiminde otobüsten hoşnutluk ve beğeni mırıltıları, hafif alkışlar vs. yükseliyor. Şikayet eden, susmasını isteyen yok. Gözlerimde yaşlarla dinleye dinleye Coímbra‘nın yemyeşil ve ışıklı alanına girdik.
Tam ortasından Rio Montego’nun ikiye böldüğü, 10.yy dan günümüze kadar zerafeti, aklı ve samimiyeti taşıyan bu kenti çok sevdim. Bana sırf kaliteli zaman geçirmek için bir şehir turu attıran taksi şöförü Ruí, nehirden gururla söz ediyor. Nedeni bu nehrin tek öz Portekiz nehri olmasıymış 🙂 Tamamen Portekiz topraklarından doğuyormuş. Diğer tüm nehirler ülkeye İspanya’dan doğarak giriyormuş. 1290’da kurulan üniversitesi, Avrupa’nın en eskilerinden sayılıyor.
Bol öğrenci nüfusu bu eski kente genç ve sıcak bir ruh vermiş. Kolej ve fakültelerin 1.sınıfını bitiren öğrencileri eski öğrenciler inisiye ediyor 🙂 Yani şöyle : Yeni öğrencilere verilen şiirler veya özel metinler, sokaklarda eski-yeni öğrenciler ve öğretmenlerle buluşulup yüksek sesle okutuluyor, bağıra çağıra sloganlar atılıyor ve eskiler cübbelerini yenilere devrediyor. Amaç hem gençlere aidiyet duygusu kazandırmak hem de okullarının reklam ve tanıtımını yapmak. Şamata sabaha karşı belki bitiyor…
Adres sorduğumda uzun uzun tariflerden sonra bir de bana eşlik eden, ya da tariften sonra arkamdan beni izleyip doğru yere saptığımdan emin olmak isteyen, sırf yaşadığı şehri bana tanıtmaktan zevk aldığı için çok az bir ücretle bana şehir turu attıran, evinde geceleyeceğim için her şeyi benim için düşünen genci, yaşlısı, esnafı, öğrencisi tüm Coímbra halkını tekrar sevgiyle selamlıyorum.
Gece önce bir barda fado dinletisi sonra da öğrencilerin ve neşeli insanların şamatası arasında geçiyor. Ülkemin çocukları ve gençleri için de böylesi bir neşeyi doğal bir güven duygusuyla yaşayabilecekleri zamanlar dileyerek uykuya dalıyorum.
3 Ekim 2014 – Cuma / Coímbra – Porto – Vila Do Condo
Coímbra‘nın uyanışı da güzel 🙂 Sıcacık, nefis kahve kokuları eşliğinde iştah açıcı çörekleri vitrinlerini süsleyen kahvelerine uğramadan olmaz. Nehir boyunca yaptığım yürüyüş sırasında okula giden çocuklar, nehirde banyo yapan ördekler, köpeklerini gezdiren insanlar, kentin karşı yamaçlarına vuran güneş ışıkları, yavaşça gölgelerden sıyrılan binaların duvarlarını süsleyen fayans panolar, arabalarıyla işlerine telaşsızca gidenler, gülerek sürücüyü uyaran trafik polisi ( ki çok ender polis gördüm ), her şey ve herkes yeni güne başlamaktan sevinçli gibi geldi bana. Şehrin dışında sayılabilecek otobüs terminaline yürüdüm ve Porto için biletimi aldım.
Douro vadisi içinde yer alan Porto‘ya doğru yol alırken uçsuz bucaksız çam, okaliptüs ve meşe ormanları ile üzüm bağları arasından geçiyoruz. Yanımda oturan delikanlının kulaklığından sızan seslerden Vivaldi’nin Dört Mevsim’ini dinlediği anlaşılıyor. Doğadaki renkler sonbahar…solgun, yumuşak, sakin. Çok uzaklarda ufukta Atlantik okyanusunun buğusu var.
Porto‘ya vardığımızda bingo! 🙂 Tam gitmek istediğim Sé Katedral‘in üstündeki caddede iniyorum otobüsten. Burası Douro nehrinin her iki yakasında kurulmuş, inişli yokuşlu, bol köprülü, canlı, kıpır kıpır bir kent. Özellikle eski kentin daracık sokakları , minicik dua köşeleri ve duvar fayansları, tek vagonluk tramvayları, aşağıda nehir kıyısında yelkenli tekneleri, nehir kıyısı tezgahların canlılığı, lokantalar, kahveler, insanlar, müzikler…burada olmaktan çok mutluyum.
Sé Cathedral için Camino de Santiago‘nun Porto kabesi diyebiliriz. Ağır barok süslemeleri mimarlar ve sanat tarihçileri için önemli olsa da benim için çok fazla. Yine de bu yolda yürüyenlerin anısına kendimce kutlamalar gönderip, az önce katedralin bahçesindeki turizm ofisinden aldığım
Peregrino Credencial ( Hacı Belgesi :)) için buradan ilk stamp”imi (mühür) alıyorum. Kutlu olsun!
Bu sırada ağırlıklı olarak İspanyolca konuştuğumu, insanların da genel olarak Portekizce konuştuğunu, fakat her nasılsa sanki melez bir dil geliştirmişçesine onları anladığımı, onların da beni anladıklarını ( başka nasıl diyalog kurabilirdik ki zaten 🙂 ) farkediyorum ! Her ikisi birbirine benziyor ama farklı diller sonuçta.
Uzun bir inişle nehir kıyısına, sonra tekrar uzun bir çıkışla kent merkezine ve metroya geliyorum. Porto beni güzel ağırladı. Şimdi vedalaşma zamanı. Metrodaki görevli benim yabancı olduğumu anlayınca dikkatle bakıyor. “Peregrina?” ( hacı mısın? ) ” Sí” (evet) … Bu diyalog genel olarak böyle sağa sola bakınırken dikkatli görevlilerle aramızda aynen böyle geçiyor ve sonra neye ihtiyacım varsa o halloluyor. İşte buradaki görevli de bana biletimi aldırıyor, turnikeden geçirttiriyor, karşı platforma çıkışımı gözlüyor, benim bineceğim metro gelene kadar gözü üstümde oluyor ve ben vagonuma binince ona el sallıyorum içi rahat etsin diye! Hayır hayır, sadece bana değil, neredeyse benim durumumda olan herkes için böyle çalışıyordu, işini seviyordu 🙂
Vila do Condo‘ya kadar geçen yolculukta yanımda 80 yaşında bir bey oturdu. Başında fötr şapkası, takım elbiseli, kravatlı, deri kemerli, makosen ayakkabılı ve tertemiz tıraşlı yol arkadaşım önce biraz uyukladı. Sonra benim sağa sola bakınıp durmam dikkatini çekmiş olsa gerek “yabancı mısın” diye sordu ve sonra sohbetimiz başladı. Metrodan inerken ” bom caminho ! – iyi yürüyüşler-” diyerek el salladı.
Biraz yürüyüp otelin nerede olabileceğini kestirmeye çalıştım. Uzakta bir tepe gördüm. Yürümeye karar verip raylar boyunca biraz ilerledim. Az ötede iki genç kız duruyordu, onlara otelin yerini sordum. Tahmin ettiğim tepeyi gösterdiler. Benim yürümeye devam ettiğimi görünce yanıma geldiler, oranın çok uzak olduğunu, yürüyemeyeceğimi, bir taksi çağırabileceklerini söylediler. Gerek yok dediysem de ısrar ettiler. Peki dedim. Portekizli olan kız taksi çağırdı ( kendi telefonuyla aradı ), bir sigara içimi sohbet ettik. Diğer kız Estonyalı annesiyle 3 yıldır Vila do Condo’da yaşıyormuş. Portekiz’de olmaktan çok mutluymuş. Camino’yu onlar da yapmak istiyorlarmış. Regresyon terapisi ilginçmiş çünkü kendi okudukları geleneksel psikolojik yaklaşımlar onları tatmin etmiyormuş!!! Bu gencecik çocuklarla ayak üstü sohbetimizin içeriği, onların farkındalıkları ve kendilerini-hayatlarını tanımlarken kullandıkları kelimeler ( Allah biliyor ya İspanyolcamın önünde yine saygıyla eğildim o anda) bana hayatımın en hoşnut olduğum anlardan bazılarını yaşattı…Taksi geldi ve 5 dk. içinde oteldeydim. Uzaklık fikri her insana göre çok farklı 🙂
4 – 8 Ekim 2014 / Vila do Condo – Santa Ana
5.Dünya Regresyon Terapisi kongresi için küçücük bir tepe üzerinde kurulu, Ave nehrinin okyanusun gel gitleriyle etkilenerek azalıp çoğaldığı kıyılarının üstündeki Santana otelindeyim. Tepede minicik de bir şapel var. Önündeki granit taştan haçın altında her gün tazelenen çiçekler. Ufukta Atlantiğe ve kente bakıyor. Otelimizin çalışanları sıcak, güler yüzlü, nazik ve içten. Ev sahibi olan Portekizli meslektaşlarımızdan kongreyi organize edenler verimli ve zevkli bir çalışma programı olması için epey uğraşmışlar. Hem içerik hem de teknik detaylar beni gerçekten tatmin etti.
İlk 2 gün yaptığımız çalışmalarda değişik tekniklerin ( drama, nefes, bilinçaltına dokunuşlar vb.) regresyon terapisine entegrasyonuyla ilgili uygulamalar yaptık. Benim için çok yararlıydı ve şimdi danışanlarıma da uygulamada çok güzel sonuçlar alıyoruz. İşte bu çalışmanın son günü ve son etkinliğinde grup arkadaşlarımızla bir tür “mış gibi” yapma uygulamasında, kendi payıma düşen kısımda bir sahneleme yaptık. Dört arkadaşım kollarını uzattı ve ben yüksekçe bir yerden kendimi onların kollarına bıraktım. Bu mizansende benim temam “ hayatın kollarına kendimi güvenle bırakmak“tı 🙂 Son derece başarılı gerçekleşen bu uygulamamız sonucunda kendim için hissettiğim, o ana kadar hala tutunduğum kontrolcü olmaya dair son kırıntıları da temizlediğimdi! Arkadaşlarımın kollarıysa yorgundu 🙂
Yeni yaklaşımlar, tıp dünyasından şifalanma örnekleriyle dolu sunumlar, yepyeni arkadaşlıklar, dostluklar, kucaklaşmalar, kucaklaşmalar…benim için çok zenginleştirici deneyimlerdi. Eski arkadaşlarımla özlem gidermek, eğitmenlerimizle sohbetler, yeni tanıştığım okulumuz öğrencileri, Türkiye’nin deneyimli regresyon terapistleri, dünyanın bilgisi ve deneyimini bizlerle paylaşan dostlar, meslektaşlar, aynı dilden konuştuğumuz duygusunu çoğaltan sıcacık espriler…bilirsiniz işte, biraz ait olma duygusu 🙂
Zaman buldukça Vila do Condo’nun sokaklarında, nehir kıyısında ve okyanus kıyısında yaptığımız yürüyüşlerde bu minicik kentin kendine özgü bir kişiliği olduğunu anlıyoruz. Atlantik okyanusuna açılan Ave nehri kenti ikiye bölüyor. Kıyıda rengarenk minik tekneler, uzayıp giden kumsallar, kırmızı ışığı yanıp sönen deniz feneri, dalgalar, martılar…
Sarmaşıklarla kaplı bahçeli ev aslında devlet turizm ofisi. Güler yüzlü bayan bana harita veriyor, kongremiz bitince yürümeye başlayacağım 🙂
Kongremiz ustalara saygı ve fado dinletisi ardından sona eriyor. Ruhumuzu, zihnimizi ve bedenimizi de besleyen, zenginleştiren bu bir kaç günü sindirmem ve yerli yerine yerleştirmem biraz zaman alacak gibi.
9 Ekim 2014 – Perşembe / Vila Do Condo – Viena Do Casteló
Oteldeki son sabah kahvaltısı ardından dostlarla, otelle ve minik şapelle vedalaşıyorum. Kendime regresyonla hayata ilerlemeyi deneyimlemek üzere, klasik parke taş yokuşlardan aşağıya kente doğru yürüyorum. Camino de Santiago‘nun Portekiz rotasını yürümeye başlıyorum 🙂
Yaz mevsiminde çok daha hareketli ve kalabalık olduğunu düşündüğüm sokaklardan, caddelerden, kâh Atlantik kıyısı plajlara yakın, kâh tarlalara ve tren yoluna yakın yürüyorum…İçimde ” çok şükür” nakaratı, neredeyse ağır diyebileceğim bir şükran duygusu. Yol boyunca evler eskisiyle yenisiyle son derece bakımlı, özenle düzenlenmiş bahçelerde coşkuyla ve her renkten açmış çılgın çiçekler, evlerin duvarlarında zarif Portekiz fayans işleme örnekleri, ama en çok kuzusuyla sarmaş dolaş çoban çocuk figürü..yani İsa. Bazı küçük kiliseler, bu hac yolculuğunu yapanların anısına ve yardımına sunulmak üzere inşa edilmiş. Buralarda “yol”u gösteren sarı oklar fazla kullanılmamış. Ancak “yol”da olduğumu anlıyorum, neredeyse tüm göz göze geldiğim insanlar ” bom caminho!” diyor, hele bisikletliler, hızla geçerken neşeyle bağırıp selamlıyorlar. Bu mevsimde benim şu anda yürüdüğüm güzergah çok tercih edilmiyor. Yağmur ihtimali plajların ruhuna uymuyor sanırım 🙂
15-20 dk.lık molalarla yaklaşık 20 km yürümüş durumdayım. Her şey yolunda ve sanki bir bu kadar daha yürüyebilirmişim gibi geliyor. Carreço uzun bir dinlenme için hoş, güneşli, pırıl pırıl bir gökyüzü sunuyor bana. Uzaktan gördüğüm kulesine doğru ilerliyorum. Arkamdan bir bisikletli yaklaşıyor, ” bom caminho” diyor ve duruyor. Sonuçta fransızca ve ispanyolca karışımı konuşuyoruz 🙂 Bana su takviye ediyor, kuleye kadar eşlik etmeyi teklif ediyor, yalnız olmak istediğimi söylüyorum, nazikçe selamlıyor, ayrılıyoruz. 2 km.kadar sonra kulenin dibindeyim. Denizden yaklaşık 70 m yükseklikte bir tepeye kurulmuş bir deniz feneri ve gözetleme kulesi burası. Masmavi gökyüzüne kırmızı başlığıyla derin bir vurgu gibi. Uzun bir mola. Kahve, tost, su, tuvalet, resim çekme, ayaklarımı ve bacaklarımı dinlendirmece…
Tekrar yola çıkıyorum. Gideceğim yöne doğru bulutlar, biraz asık suratlı. Bir kaç km daha yürüdükten sonra gök yüzünün durumuna bakıp, bir araçla Viena do Casteló‘ ya gitmeye karar veriyorum. Az sonra bir durak, 2 dk. içinde bir otobüs, ben biniyorum ve yerime otururken şimşekli rüzgarlı kocaman damlalı bir yağmur başlıyor 🙂 Olağanüstü gök yüzü manzaraları…20 dk. sonra terminalde indiğimizde hava ılık, kapalı ama yağışsız. Taze yıkanmış kentin tepesinden St.Lucía manastırı okyanusa doğru bakıyor. Şirin bir vagonla yukarıya tırmanıyorum. Manastırın kulesinin de kulesi var 🙂 Yolunuz düşerse uğramamazlık etmeyin. Üşenmeyin!
Kalacağım yurdu ( albergue ) buluyorum. En eski kilisesinin tertemiz, yatılı okul yatakhaneleri tarzındaki misafirhanesi diyelim. Sevimli bir genç gönüllü, Simon, bana yatağımı ve ihtiyacım olan şeyleri veriyor, anlatıyor ve ilk etabımın mührünü karneme basıyor. Ben de eşyalarımı bırakıp şehirde yürümeye devam ediyorum. İnternete ulaşabileceğim bir yerde güzel bir yemek, güzel bir Portekiz şarabı, çocuklarımla ve dostlarımla haberleşmeler, artık bulutsuz gök yüzündeki yıldızlar ve dolunay 🙂 Çok şükür!
10 Ekim 2014 – Cuma / Viena Do Casteló – Camiña
Sabah kalktığımda dinlenmiştim. Yurt arkadaşım bir Arjantinliydi ve biraz sohbet ettik. O da ben de yalnız yürümeyi istiyorduk. Kendimizi kendi ritmimize bırakmayı özlemişiz. Kucaklaşıp birbirimize “bom caminho” dedik ve ayrıldık.
Atlantik kıyısı boyunca yürüyorum. Camino rotasıyla benim rotam her zaman uyuşmuyor. Çünkü bazen denizde bazen tepede olmak istiyorum. Güzel bir köyden geçerken sokaklarında yürümek, kilisesinin genellikle ulu ağaçlarının altında dinlenmek, ya da değişik renkli kuşlarının birinin peşinden giderken başka yollara çıkmak da mümkün benim için…Yol üstü kahvelerinde mola vermek, bazen TV ekranlarında heyecanlı spikerlerin dünyaya dair haberlerini dinlemek, çevre insanlarının gündelik konuşmalarına dalıp gitmek hoşuma gidiyor. Varsın sarı oklar orayı burayı göstersin 🙂
Yolun bir aşamasında iyice sahile doğru girdim ve hoş bir kıyı kasabası olan Moledo de Minho ile tanıştım. Uzuuuunnnn bembeyaz kumları ile bu mevsimde yalnız plajları karabataklar ve martılar işgal etmişti. Dalgalar ufukta iri beyaz albatros sürüleri gibi görünüyordu. Yine uzun bir mola verdim. Deniz ürünleri dehşet! Mmmmhhhh 🙂 Ben de Portekizliler gibi uzun uzun tadını çıkardım hem yemeğin, hem şarabın hem de ülkesinin şarapları konusunda oldukça bilgili olan lokanta sahibiyle sohbetin.
Tekrar yürümeye başladığımda plajı takip ediyordum ki karşımdan bana doğru gelen iri kıyım bir adam bana heyecanla ” peregrina?” diye sordu. Evet dedim. Beni kolumdan hafifçe tuttu ve bu yolun daha sonra çok kötü ve sıkıcı olduğunu, eğer istersem beni asıl yola çıkarabileceğini söyledi. Asla tavsiye etmiyorum bu tarafı dedi! Ben de onun sözünü dinledim, bana yardım etmesinden memnun olacağımı söyledim. Bu kararım beni gereksiz bir 3-4 km.lik yorgunluktan kurtardı. Çok şükür!
Bu arkadaşın beni çıkardığı yolda epeydir tıngır mıngır yürüyordum. Sağlı sollu kısa apartmanların bulunduğu bir sokağı bitirmek üzereyken hislerim bana yön değiştirmem gerektiğini söylüyor..ben biraz ördek misali boynumu uzatıp ilerlerde bana bir işaret var mıdır diye bakınırken, sağ tarafımdan bir ses “Pstt!” Baktım. Bir adam, evinin balkonundan bana sesleniyor. “Peregrina?” diye sordu. Evet dedim. Gel dedi. Balkona doğru yürüdüm. Bu hafta içinde gördüğü ilk peregrina benmişim 🙂 Eğer istersem bana yardım edebileceğini söyledi. Ben de elbette deyince, içeri girdi ve apartman kapısına elinde koca bir çantayla çıktı. İçinde haritalar, istiridye kabukları, kağıtlar, kalemler ve bir mühür vardı. Adı Carlos’muş. Bana bu rotamın biraz zor ama çok zevkli olduğunu, zorluğunun biraz da mevsimden kaynaklandığını, bu rotada çok fazla yurt bulunmadığını, belki otelde kalmam gerekebileceğini söyledi. Elimdeki haritamda yurt bulabileceğim 2 farklı noktayı ve ayrıca İspanya geçişim için de ek bilgi verdi. İstersem o günün mühürlerinden birini kendisinin basabileceğini söyledi. Allah dedim 🙂 Ne güzel. Camino arkadaşlığı diye gönüllülerden oluşan bir zincir olduğunu sanki duymuştum. İşte onlardan biri ve bana kişisel mührünü sunuyor…Çok şükür! Bana ilk istiridye kabuğumu da ( hacılar için semboliktir ) Carlos verdi. Aklıma çantamın en çabuk ulaşacağım köşesinde bir çengelli iğne üzerine asılı minicik bir kalp ve minicik bir nazar boncuğu geldi. Ben de ona hediyemi verdim. Daha doğrusu onun kalbinin üzerine gömleğine iliştirdim. Sanki fazla duygulandı diye düşünürken “biliyor musun bu gün benim doğum günüm ve sen de bana harika bir hediye verdin” dedi 🙂 Kucaklaştık. Sonra beni yön değiştirmem gerektiğini düşündüğüm yere kadar götürdü, oradan yolu gösterdi, bizzat kendisinin çizdiği sarı okları izlememi söyledi. Tekrar kucaklaştık ve ayrıldık.
Tren yolu boyunca ve yüzyıllardır yaşanan kocaman bahçeli zarif evlerin arasından sonunda Camiña‘dayım. Dar sokaklar, bir kaç yüz yıllık irili ufaklı evler, sakin, sessiz ve zarif bir küçük kent. Ana yoldan gelmediğim için emin olamadım. Sokakta arabasından inen genç bir delikanlıya sordum. Evet burası Camiña dedi. ” Maravillosa Camiña del Camino!” ( Camino’nun harikulade Camiña’sı!) diye de ekledi. Eyvallah dedim 🙂 Bana Carlos’un tarif ettiği yurdu buldum. Tıpkı onun söylediği gibi ilgili kişi orada değildi, Carlos’un bana verdiği telefon numarasından arayıp geldiğimi haber verdim, az sonra yakışıklı bir delikanlı gelip yurdu açtı, karneme mühür bastı, gerekenleri anlattı, kapının şifresini verdi ve gitti. İçeri girdiğimde geçen geceki yurt arkadaşımı gördüm. Kucaklaştık. Yerleştim. Sonra Peres’le birlikte Camiña‘nın sessiz ama yine de neşe taşıyan sokaklarında ve küçük meydanlarında dolaştık. Kahvemizi ve şarabımızı içtik. “Ne tuhaf” dedik birbirimize. Biri Türkiye’den diğeri Arjantin’den iki tamamen farklı insanız. Ama bu “yol”da birlikteyiz. Yalnızız ama değiliz. Yalnız yürüyoruz ama kendimize yürüdüğümüzü biliyoruz. Giderken yuvaya dönüyormuş gibi:) Anlayacağınız herhalde klasik bir Camino geyiği yaptık!
Atlantiğe dökülen Minho nehrinin Portekiz kıyısında kurulu bu küçücük kentin sokaklarında bol çiçekler, bol siyam cinsi kediler, bol gürültülü konuşan yaşlılar, bol kahkahalar atan gençler var 🙂 Yine de sakin, dingin bir kent. Bana göre de maravillosa! Geceyi derin bir uykuyla ve benim değişik rüyalarımla geçirdim. Artık ayaklarım sızlıyor, bazı yerleri su toplamış durumda. Yürüyüş sırasında bol su tüketmeme ve molalarda bakım yapmama rağmen. Yine de Salkantai tırmanışı sırasındaki gibi değiller…Canım ayaklarım 🙂
11 Ekim 2014 – Cumartesi / Camiña – Ramallosco
Sabah kalktığımızda sıcacık sularla bir banyo sonrası Peres’le sokaklara düşüyoruz. Rotamız ayrılıyor. O ninesine gidecek Tuí’ye. Oradan Santiago’ya devam edecek. Sabah kahvaltısı için yer ararken Peres değneğini unuttuğunu farketti ve yurda geri döndü. Ben onu beklerken sabah kuşlarına, bengonvillere, üç ortaklara bakıyorum. Uzaktan bana doğru bir delikanlı geldi. Berbat bir İspanyolca ile yardım etmemi, para vermemi istedi, aç olduğunu anlattı. Türkçe ” anlamadım ama gene de anladım, ne yapsak” dedim…Bingo! “Naptırsın kız?” diye sordu. Ben şaşkın bakarken bir kez daha sordu ve sonra Türkmüsün diye İspanyolca sordu 🙂 Uzaktan bize doğru gelen babasına seslendi ve Türkçe kırması bir dilde konuşmaya başladık… Bulgar pomaklarından göçmen bir aileymişler ve ne iş bulursa yapıyorlarmış. Uzaklarda bir yerde Türkçe duymak da değişik bir hal 🙂 Neyse, anlaştık ve vedalaştık. Peres değneğiyle geldi ve biz sıcak bir kahve bulup çörek yedik. Sonra kocaman kucaklaşıp ” bom caminho” dedik. Ayrıldık.
Kıyı boyunca yürüyüp küçük bir koruluğa geldim. Carlos’un bana tavsiye ettiği kaptan Mario’yu buldum. Normalde feribotla geçilen İspanya kıyılarına 5 Euro verince teknesiyle 5 dakikada beni geçirdi. Tam bir denizci olan Mario, beni İspanya’daki ilk durağıma, A Guída plajına atıverdi 🙂 İspanyadayım! Çok rüzgarlı ama pırıl pırıl güneşli bir gün. Yaklaşık 4 km tamamen sahilden yürüyerek A Guída‘ya vardım. Bu yol, yaklaşık 14 km.lik, tik ağacından yapılmış bir kaya-kıyı platformu olarak devam ediyor. Sabah yürüyüşü yapanlar, bisikletleriyle kondisyon çalışanlar, el ele romantik Atlantik kıyı gezisi yapanlar bu 2 metre genişliğindeki tahta platformda…Beni gören herkes ” bom caminho” diyor…Güzel, henüz İspanya ruhuna geçememişiz 🙂 Gallego dili Portekizceye çok benziyor. Hiç yabancılık çekmiyorum.
Plajdaki ilk ayak izlerimi bıraktıktan yaklaşık 45 dk.sonra Atlantik kıyısında ilk kez dilek kulemi yapıyorum 🙂 Rüzgarın tüm hırçınlığına rağmen yıkılmıyor kuleler…sırrı taşların iyice birbiriyle uyumlu yerleştirilmesinde! Diğer kulecilerle birbirimize bakıp gülüyoruz. Kayaların üstünde bazıları balık avlıyor, bazıları midye topluyor, bazıları suya ayaklarını sokmuş rüzgara karşı sadece duruyor. Kıyı boyunca bir deniz ürünü işlenen atölye, bir küçük yaban domuzu çiftliği dışında sadece rüzgar, deniz, kayalar, babalar ve çocukları, anneler ve çocukları, bir de köpekler ve onlarla beraber yürüyen, koşan, eğlenen insanlar var. Bugün Cumartesi ve insanların yüzü de gök yüzü de gülüyor!
A Guída‘nın merkezine giriyorum. Kentin mimarisi beni hayal kırıklığına uğratıyor. Portekiz’in galiçya ruhunu özlüyorum. Oradan ayrılmak da biraz üzmüştü beni sanki. Kocaman kilisesine yakın yurdu buluyorum ama kapısı kilitli ve herhangi bir bilgi yok. Yoldan geçen bir bayana soruyorum. Cevap komik ve tuhaf ” Ben katolik değilim. Aaa…bak şu kadına sor…o katolik!” Diğer bayana soruyorum, bir başka yurt tarif ediyor. Uzun bir yokuş sonrası bulduğum yer onarım geçiriyor, kapalı. Anlaşıldı. A Guída benim için burada biter.
Sarı oklarımı yeniden bulmak umuduyla yürüyorum ve sevmiyorum bu kenti. Allahım, ben galiçya ruhunu geri istiyorum! 5 km kadar sonra bu ruhu buluyorum ve Oia‘ya kadar yürüyorum. Yaklaşık 20 km.yi bitirdiğimde uzun bir mola veriyorum. Atlantik okyanusuna bakan ve yine Meryem’e adanmış kilisesinin önünde dinleniyorum.
Yeniden sarı oklarımla buluşup kentin dışına çıkıyor ve ara yoldaki bir otobüs durağından geçerken gelen otobüse hiç düşünmeden binip Baiona‘ya gidiyorum. 15 dk.sonra vardığımızda son derece sevimli bir kıyı kentindeyim. Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına yaptığı keşif gezisinde kullanılan La Pinta gemisinin kaptanı olan M.Alonso Pínzon bu limana dönmüş. Hem bu tarihi anekdot hem de harika plajlara ve tam bir yazlık iklimine sahip olması, burayı popüler hale getirmiş. Ben oradayken ayrıca bol miktarda uzakdoğu kökenli turistleri ağırlıyordu.
Yine uzun bir yemek, şarap, haberleşme faslından sonra turizm bürosunun güler yüzlü bayan yetkilisinden Baiona mührümü alıyorum. Bu sırada yüzü al al olmuş alman bir peregrino daha geliyor. İki batonuyla birlikte daha çok kayağa giden insanlara benziyor. Hafifçe birbirimizi selamlıyoruz. “Buen camino” diyoruz ayrılırken. Artık İspanyadayız 🙂
Carlos’un bana daha önce tarif ettiği albergue’i bulmak üzere yürümeye devam ediyorum. Ayaklarım ağrıyor. Çantamı, ayakkabılarımı plaj yolunda bırakıp geniş bir plajı yalınayak yürüyorum. Suya vardığımda ne hissettiğimi nasıl anlatayım ? 🙂 Çöldeki susuzluğa çare, uzun zamandır beklenen bir sevgiliyle kucaklaşma, ana rahminin sıcacık güvenliği, bebeğinizin elinizi sımsıkı tutuşuyla yaşanan her şey…hepsi ayaklarımla Atlantik sularının buluşmasıyla yaşandı! Çok şükür…
Ramallosco‘ya vardığımda artık hava kararıyordu. Işıklı caddeler, haftasonu keyfi yapan gençler, tazecik mis kokulu kahveler içebileceğim mini mini kafeteryalar, parklar, çocuklar, yaşlılar, bir kaç ben gibi sırt çantalı…burada olmayı sevdim 🙂 Anlaşılan Carlos iyi bir rehber. Tarif ettiği yolu hemen buluyorum. Yokuşu çıkarken artık yorgunum. Yurda geliyorum. Zarif bir bina. 1600’lerden kalma. Yine Meryem figürleri bahçesinde. İçerisi oldukça modern. Bu kez tek kişilik odam var 🙂 Mühürümü alıyorum. Odama yerleşip yine de geceye karışmak istiyorum. En sevimli kahvelerden birine oturup, sahibi bayanla sohbet ediyorum. Sanki yıllardır aynı yere gidiyorum da bayan da benim okuldan arkadaşımmış gibi bir his. Bir kadeh de o şarap ikram ediyor, ayrılırken yanıma bir kaç akide şekeri veriyor. Yarın yürürken enerji versin diye 🙂
Uzun bir ayak bakımından sonra derin ve dinlendirici bir uykuya dalıyorum. Meryem ana ve oğlu dışarıda el ele tutuşmuş gülümsüyorlar… Bir süredir rüyamda bebekler gördüğümü hatırlıyorum. Dışarıda son Cumartesi gecesi sesleri, geniş bahçede gece kuşlarının son kanat çırpışları, uyku yerlerine doğru sokuluşları, binanın yüz yıllardır üzerine sinmiş tüm sesleri, nefesleri…Çok şükür!
12 Ekim 2014 – Pazar / Ramallosco – Redondela
Sabah kalktığımda henüz hava karanlık. Yine de dinlenmişim ve yürümekten başka yapacak bir işim yok 🙂 Alaca karanlıkta Meryem ve oğluyla vedalaşıyorum. Heykelin ayakları dibine yanımdaki hurma çekirdeklerinden birini bırakıyorum. Hemen sola doğru yön gösteren sarı oklarımı takip ediyor ve bahçeler arasından uzun uzun yürüyorum. Hava ağarıyor, ufka kadar uzanan yemyeşil alanlarda kırmızı çatılı, yüzlerce yıllık ya da daha yeni ama sevimli evler…genellikle taş evler. Bahçeler bakımlı. Sokaklar Pazar günü sakinliğinde. Herkes evinde. Çok sonra, yaklaşık 2 saat kadar sonra birilerinin sıcacık ekmeklerle bir yerlerden evlerine geldiğini görüyorum. Yaşasın! demek bir yerlerde sıcak çörek ve kahve bulma ihtimalim var. Yol boyunca su içip taptaze rezenelerden ( bildiğimiz arap saçı, olağanüstü lezzetli ve hemen her yerde neredeyse boyumca yetişiyor ) atıştırıyorum. Biraz daha sık evlerle dolu sokaklara geliyorum…içimden sağa dönmek geliyor, küçük bir kavşak geliyor karşıma, sağa dönüyorum…az sonra misss gibi kahve kokuları geliyor burnuma 🙂 Kocaman gülümsemeyeyim de ne yapayım! Uzunca bir mola veriyorum. TV de pazar haberleri, gazetelerini alıp gelmiş bir kaç kişi, sıcak çöreklerden evlerine alıp götüren insanlar, dışarıda hafif bir yağmur. Çalışanların genç, aydınlık ve güler yüzleri… Nigrám‘dayım. Yola çıkarken yağmur duruyor. Satıcı bir kadın yavaş yavaş tezgahını hazırlıyor. Resimde gördüğünüz bu dev ahtapotu minik dilimler halinde doğruyor ve herhalde dünyanın en lezzetli yiyeceği haline gelmesi için azıcık tuzlu suda ovalıyor. Ona iyi pazarlar diliyorum, ” buen camino” diyor. Hakkımda bir şey bilmiyor 🙂 Yağmurun tekrar gelmesi ihtimaline karşılık ana yoldan ayrılmıyorum. Sarı oklar ormanları işaret ediyor. Aldırmıyorum 🙂 Kaskları ve dizlikleriyle donanmış bisikletliler hızlı hızlı tırmanıyor yokuşları. Mola vermeksizin yürüyorum bir süre. Arıların dünyanın bu köşesinde de çalıştıklarını izliyorum. Bir yeşil peygamber devesi yoluma çıkıyor. Bakışıp ayrılıyoruz.
Yeterince yürüdüğümü düşünüp bir otobüse biniyorum. Yağmur indiriyor. Kısa bir yolculukla Vigo‘ya varıyorum. Yol boyunca Vigo körfezinde platformlar vardı. Midye platformları. Bizim bildiğimiz siyah kabuklu, benim çok sevdiğim midyeler 🙂 Durum tam bir sanayi halinde seyrediyor oralarda. Dalgıçlık gerektirmiyor bu yöntem. Tahta platformlardan ipler ya da ince tahtalar denize sarkıtılıyor, midyeler oralarda konuşlanıyor ve zamanı geldiğinde midyeciler bunları platforma çekip topluyorlar.
Vigo‘da albergue olmadığını biliyorum. Carlos söylemişti. Yine de belki mühür bulabilirim. Ama bugün Pazar. Turizm ofisleri kapalı. Otobüs terminaline giriyorum. Orada bir turizm ofisi var. Görevli çok yardım sever ama Vigo mührünü alabileceğim bir yer bilmiyor. Dışarı çıkıp bir sigara yakıyorum. gelen giden otobüsleri, taksileri, Pazar tembeli insanları izliyorum. Bu arada güneş açtı 🙂
Bir taksi bulup kenti gezmek geliyor içimden. Taksi sırasında bekleyen ilk taksiye bakıyorum, şöförü içeride uyuyor. Arkasındaki taksiye gidiyorum. Şöförü babacan görünüşlü bir adam. Önce ona Vigo‘da mühür alabileceğim bir yer bilip bilmediğini soruyorum. İçerideki görevliye sormamı söylüyor. Ona sordum bilmiyormuş diyorum. Arabadan çıkıp öndeki taksi şöförüne soruyor. O da bilmiyor. Benim konuştuğum şöför şikayetçi…”gerçekten ya, neden Vigo’da Pazar günü bu işi yapabilecek bir kilise yok, ne kötü” diye 🙂 Sonra aklına bir arkadaşı geliyor, onu arıyor, uzun uzun konuşup otogarın içindeki bir kafeteryanın sahibinin santiago arkadaşlığından olduğuna karar veriyorlar. Şöför önde ben arkada kafeteryaya gidiyoruz. Vigo’ya yolunuz düşerse otogarın üst katındaki bu kafeteryayı ziyaret edin. Tertemiz, pırıl pırıl ve mis gibi kahve kokulu 🙂 Evet, mührü verebilirmiş. Ve ” buen camino”!
Şöför işini fazlasıyla yapmanın huzuru ile benimle vedalaşmaya hazırdı ki ben şehri gezmek istediğimi söyledim. O tereddüt etti. Sonra da açıkladı : ” ama arkadaşımın taksisi sırada, onunla gezmelisiniz”. Ben de ısrarlıyım ” ama siz bana çok yardımcı oldunuz, sizinle gezsek!”. “Bueno, bakalım” dedi ve dışarıya sıraya doğru yürüdük… Bingo! Öndeki taksiye bir bayan yerleşti ve gittiler. Şöförle birbirimize baktık, el sıkıştık ve taksiye atladık. Motor!…ıııh-hh…çalışmıyor 🙁 Neyse ki diğer 2 şöför kısa bir ittirmeyle sorunu halletti ve yoldayız. Adının Rupen olduğunu öğrendiğim bu arkadaşla Vigo, çalışma koşulları, ailesi, kendisinin yaptığı 4 camino ile ilgili ( farklı rotalar var biliyorsunuzdur) uzun uzun konuşup, bir yandan da bu güzel kıyı kentini gezdik. Redondela’ya gideceğimi söyleyince de şehir gezimiz bitince beni şehir dışında, sarı oklarla yeniden buluşacağım noktaya kadar bıraktı. Vedalaşırken ” buen camino, buena suerte, deseo que tengas fuerte, cuídate! ” ( iyi yürüyüşler, iyi şanslar, güçlü olmanı diliyorum, kendine dikkat et!) dedi. Kucaklaşıp vedalaştık.
Yol boyunca solumda Atlantik okyanusundan Galiçya kıyılarına derin bir girinti yapan Vigo körfezi. Geleneksel galiçya mimarisiyle yapılmış taş evler. Körfezde çok sayıda midye ve diğer kabuklu deniz ürünleri için platformlar var. Redondela’ya doğru yaklaşık 6 km.lik bir yolum daha var. Pazar günü olduğu için trafik yok denecek kadar az. İnişli yokuşlu ve sağ tarafı ormanlık olan yolda neredeyse sadece kendimleyim. İyi ki de öyleyim. Çok şükür!
Redondela girişinde sevimli bir balık lokantası. Pazar öğleden sonra yemeği için insanlar çoluk çocuk gelmişler. Ahşap ağırlıklı dekorasyon ve deniz kabukları sanki burayı yolcular için bir han havasına büründürmüş. Ben de çorba ve bir kadeh şarap içiyorum. Tezgahın üzerindeki istiridye kabuklarına gözüm takılıyor. Bardaki adam aynı zamanda lokantanın da sahibi. Kabuklardan birini bana uzatıyor ” es tuyo” ( bu seninki ) diyor 🙂 Hesabı öderken şarabı da ikram ettiğini öğreniyorum. El sallayıp ayrılıyoruz. “Buen camino” diyor.
Yurdu bulup yerleşiyorum. Diğer yerlerdekinin aksine bu yurdun gönüllüsü değil de çalışanları var. Aynı zamanda bir eğitim merkezi burası. Aşırı modern düzenlenmiş banyo ve tuvaletleri de var 🙁 Oldukça kalabalık. Çünkü Portekiz rotasının İspanya geçişinde genel bir nokta burası. Yaklaşık 15 kişi aynı koğuşta yatıyoruz. Battaniye verilmiyor, bina oldukça sıcak ama yine de geleneğe uygun değil.
Pazar akşamüstü ortalık biraz hareketleniyor. Kafeteryalar ve lokantalar açılıyor. Biraz sokaklarında geziyorum. Yardım toplayan çocuklarla konuşuyorum. Yardımın konusu yapılacak buz pateni pisti için para toplanması. Spor klübünün 6-9 yaş çocukları, meydanlarda gezinmeye başlayan insanları durdurup projeyi anlatıp, gösterilerine davet ediyorlar. 1 Euro! Ben de katılıyorum bilet alanlara. Çoğu insan da gülümseyerek destekliyor çocukları 🙂
Gece oldukça serin. Yurda dönüyorum. Yatağıma uzanıp üzerimi montumla örtüyorum. Koğuştan gelen sesler, mırıltılar, öksürükler, hapşırıklar, rüyasında bağıranlar arasında uzun ama yorucu bir uyku…Yine değişik bebekli rüyalar görüyorum. Zamansız, mekansız, zeminsiz…Uyku arasında Redondela‘yı sevmediğimi hissediyorum. Kalbim biraz huzursuz mu ne? Çarpıntısı tatsız…
13 – 16 Ekim Pazartesi-Perşembe / Redondela – Pontevedra ve Pontevedra
Sabah koğuştaki çoğu kişinin gitmesini bekledikten sonra kalktım. Sağımdaki ve solumdaki yatak arkadaşlarım da öyle yaptılar. Günaydınlaşıp sessizce hazırlandık. Kendimi dışarıya attığımda hava oldukça karanlıktı. Hemen ilk kafeteryanın güleryüzlü çalışanlarına ve sıcacık taze kahve kokusuna bıraktım kendimi. Ohhh!…dünya varmış. Aynı masayı paylaştığımız kadınla sohbete koyulduk. Pontevedra‘ya gidiyormuş. Redondela çıkışının çok sıkıcı olduğunu, onunla gidersem bana yolda camino rotasını da gösterebileceğini söyledi. Beraber çıktık ve ilk gelen bizim minibüs tipi dolmuşa yerleştik. 10 dk.sonra kadınla vedalaştık ve indim. Çok hafif bir yağmur arada bir atıştırıyordu. Bulutlar oldukça karanlık görünüyor 🙁
Arada bulutların izin verdiği bir anda önünden geçtiğim bahçede Camino istiridye kabuklarıyla dekore edilmiş bahçe ve palmiyeye uzun uzun baktım. Sanırım kardeşlikten birinin eviydi. Kimseyi göremediğim için soramadım.
Ayaklarım otomatiğe bağlanmış durumda. Yaklaşık 12 km yürüdüm. Pontevedra‘ya güneyden giriyorum. Yüksekte kurulmuş ve kıyıya doğru genişlemiş bir kent. Zarif, Leréz nehri kıyılarına yerleşmiş ve 12.yy. dan kalma bir köprü nedeniyle de bu ismi almış. Galiçyanın baş kenti sayılıyor. Peregrino kilisesine uğruyorum. Kapalı 🙁 Turizm ofisleri de öğle tatilinde. Öğleden sonra açılacaklar. Beklemek istemiyorum. Bir kahvede oturup, dün gece Redondela‘da tesadüfen bulduğum broşürü inceliyorum. Bir başka rotayı, gerçek St.James rotasını anlatıyor. Dün bu rotayı izlemeye karar vermiştim. Broşürde okuduklarım bana doğru karar verdiğimi söylüyor 🙂 Yeniden Atlantik kıyılarına dönmek, Ulla denizi ve nehri boyunca yürümek istiyorum.
Otobüsle geçmem gereken bir ara yol var. Terminale gidiyorum. Kafeteryayı mühürüm için yokluyorum ve tamam, yine kardeşlikten biri. Mührümü ve otobüs biletimi alıyorum. Vilagarcia de Arousa ‘ya varıyorum. Turizm bürosundaki güleryüzlü bayan beni çok güzel karşılıyor, yol boyunca rotayı anlatıyor. Padrón’a kadar yurt bulamayacağımı ama Catoira‘da konuk evleri veya ucuz hosteller bulabileceğimi söylüyor. 3 km. kadar sonra Carril‘de harika deniz ürünleri yiyebileceğimi, sonraki yolun da nefis manzaralı ve rahat bir yol olduğunu öğreniyorum. Mühürümü alıp ayrılıyorum.
Carril‘e doğru yürürken bulutlar ağırlaşıyor, karanlıklaşıyor. Kıyıda midye toplayan kadınlı erkekli gruplar. Upuzun çizmeler giymişler. Üstlerinde yağmurlukları, ellerinde sepetler. Burada platformları değil de uzun sırıkları kullanıyorlar midye konuşlanması için.
Carril‘e geliyorum, küçücük bir belde. Yine 11.yy dan kalma sokakları ve binaları ile sevimli geliyor bana. Meryem’e adanmış kiliseyi görüyorum, daha sonra uğramak üzere kıyıda okyanusa ve nehrin deltasına bakan bir balık lokantasına oturuyorum. Midyelerden ( mescillon) tadıp şarabımı içiyorum. Servis yapan genç kız biraz sinirli. İçerisi çok kalabalık. Ben dışarıda oturduğum için zor oluyor onun için, tek başına koşturuyor.
Hesabı ödeyip önceden gördüğüm kiliseye gidiyorum. Çok hafif bir yağmur atıştırıyor. Kilisenin önünde hac yolunu belirten granit taştan bir haç var. Kilise kapalı. hem de Meryem’in kilisesi.! 🙁 Kapalı olduğu için kızıyorum. Gökyüzü karanlık bulutlarla kaplı, atıştırıyor. Kızıyorum göklere anlaşmamızı unuttuğu için. Ben yürürken hiç yağmamıştı. Bugünkü inatçılığı neden? Haçın önünde durdum, göğe baktım. İki köprücük kemiğimin tam ortasından bir cızzzz…yanma hissi…Hemen sırt çantamı yere indirdim. Ne oluyor? Birşey yok. Haçın dibinde oturup bir sigara yaktım. Montumun şapkasını başıma geçirdim. Okyanusun bu sakin kısmında kıyıda rengarenk tekneler, balıkçı kayıkları…küçücükler. Yağmur hala az ama sürüyor. Yeniden sarı okları takip etmeye başladım. Arka sokaklardan ormana doğru ilerliyor yollar. Havaya bakıyorum, hiç umut verici değil. Birden hemen kıyıda devam eden sahil yoluna inmeye ve bir otobüse binip Catoira‘ya gitmeye karar veriyorum. Yağmur biraz daha hızlandı. Yola indiğimde midyecilerden bir adam elindeki sepetle yürürken ona otobüs durağını sordum. Tarif etti. Kaldırımda durup bir sigara daha içtim. Görüntü o anda biraz gerçek dışı gibi. Sanki her şey zeminsiz, mekansız ve bir plazmik ortamdaymışçasına hem durgun hem hareketli. Öylece baktım. Kaldırım boyunca otobüs durağına doğru ilerlemeye başladım, çatılardan iri damlalar üstüme düşüyordu. Ansızın sanki bana ya da içime birşey çarptı, ya da iki şey içimde çarpıştı. Hani filmlerde ses efekti olarak ” pfhugghhhhh” diye duyarız ağır çekimlerde 🙂 Ve aynı anda şiddetli bir ağrı, acı! Sendeliyorum. Sırt çantamı yere bıraktım ve üzerine oturdum. İlk 1-2 dk. içinde midemin ve ciğerlerimin normal çalışıp çalışmadığını kontrol ediyorum. Hayır, bu kalp krizine benziyor. “Hayır, hayır… daha değil, şimdi zamanı değil” diyorum kendi kendime… Çocuklarımı görmeden, yapacaklarımı tamamlamadan olmaz… Santiago’ya varmadan olmaz … Kesik nefesler alıp derin derin veriyorum. Kollarım…o kadar ağrıyor ki kopsunlar gitsinler istedim. Bu sırada 3-4 dk.lık beden dışı olduğunu sandığım bir deneyim yaşadım. Gelecekteki 10-15 günlük hayatımı gördüm yukarılardan. Ambulansın gelişi, bir hastane, uçak yolculuğum, çocuklarımla evde bir gün… Kısacık bir uyku gibiydi. Gözlerimi açtım, kan ter içindeyim, yağmur hızlanmış. Gözlerimi açtım, önümde az önce durağı sorduğum adam duruyor, “otobüse ne oldu?” diye soruyor. ” Llame ambulancía!” ( ambulans çağırın). Adam dönüp baktı ve o sırada bineceğim otobüs önümüzden geçip gitti. Adam tekrar sordu “neyin var?” diye. “Mi corazón, llame ambulancía, por favor” ( kalbim, lütfen ambulans çağırın) diye cevap verdim kısık sesle. Adam evlerden birine doğru koştu, kapıyı çaldı. Gözlerimden yaşlar boşanıyor, gökyüzü ağlıyor, ben ağlıyorum. Evimden çok uzaktayım, hayır, zamanı değil! diye yüreğim sızlanıyor. Evden kadının biri çıktı, yaşlıca sayılır…Geldi, “ah ah ah, que pasó, estás sola?” ( ah, ne oldu,,, yalnız mısın?) diye sordu. Kalbim dedim, ambulans lütfen! Kadın koştu, 2 dk. sonra elinde bir bardak su, bir yağmur geçirmez mont, 2 battaniye ile geri geldi, bana su içirdi, üstüme diğer her şeyi koydu, şemsiye açtı ve ” no te preocupes, llamé ambulancía” ( endişelenme, ambulans çağırdım) dedi. Biraz daha sakinim, ağrım azıcık hafifledi. 10 dk.içinde ambulans geldi ve beni yerden nazikçe kaldırıp arabaya yerleştirdi. Polis de vardı ve bana nereden gelip nereye gittiğimi sordu. “Peregrina” dedim. Böylece sorularının çoğu cevaplanmış oldu 🙂 Polis gitti. Kadın, adam ve bir kaç kişi daha bana “endişelenme, iyileşeceksin” dediler. Kadın yalnız oluşuma, ailemden kimsenin o anda oralarda olmadığına çok hayıflandı. Gözleri doldu, ellerimizi birbirimizinkiyle sıkı sıkı kavuşturduk, vedalaştık. Muchas gracías!
Hayatımda ilk kez bir ambulanstayım ve o iç yırtan sesi içeriden dinliyorum. Bazı sorular soruyorlar sağlıkçılar. İspanyolcamın gözünü seveyim. İçimden hem kendime hem öğretmenlerime teşekkür ediyorum. Çok şükür emin ellerdeyim.
Vilagarcia de Arousa‘ya geri dönüyoruz. Az önce oralardan gelmiştim. Hastanede acil bakıma alıyorlar. Aynı anda biri sağ koluma yapışıp kan alıyor, diğeri beni soyuyor ve bir sürü elektrot bağlıyor. Üzerime yumuşacık, sıcacık battaniyeler koyuyorlar. Doktor ve hemşire gelip kendini tanıttı, 5 dk.da bir gelip ağrının ve bölgesinin durumunu sordular. Bir süre sonra oldukça sakinleşmiştim. Bu süre boyunca bana hiç bir müdahale edici laç vs verilmedi. Kan tahlilinin sonuçlarına göre durum kardiyolojiyi ilgilendiriyor deyip beni yine ambulansla Pontevedra‘ya gönderdiler. Ambulanstaki hemşirelerle uzun uzun sohbet ettik. Beni hastanenin hemşirelerine emanet ederken sanki kız kardeşleriymişim gibi vedalaştık. Gözlerimiz doluyor. Bu durum beni biraz da endişelendirdi. Durumum çok mu vahim? 🙁
Pontevedra hastanesinde yine önce acil bölümüne alınıyorum. Her şey organize ve görevliler çok ilgili. Daha ne isteyeyim. Sonunda doktor tekrar geliyor. Sevimli, keçi sakallı, pos bıyıklı ve sigara tiryakisi bir kardiyolog 🙂 Bana diyor ki ” kalp ağrısı geçirmişsin” Gülmekten ölebilirim…çok da esprili. “Bu beni öldürmez dimi doktor?” diyorum. Gülüyoruz. Bana anlatıyor durumumu. Ertesi günü Santiago hastanesine gidip çok az ihtimalle by pass, büyük ihtimalle stent implantasyonu operasyonu olacağımı, geceyi Pontevedra hastanesinde geçireceğimi söylüyor. Ah diyorum, ben Santiago’ya yürüyerek girecektim 🙁 “No! Nada más camino” ( Hayır, daha fazla yürümek yok) diyor. Ağladım. Pek çok şey için ağladım. İçimde çarpışanlar ağladı, beni gören hemşireler ağladı, doktorun gözleri doldu. Sordum “çok mu ciddi” diye. Doktorum sadece dinlenmem gerektiğini, uyumanın en iyisi olacağını, aileme haber vermem gerektiğini söyledi. Düşündüm, kimse tam olarak nerede olduğumu bilmiyordu. Aynı ağlama modunda takılı kalmış halde eski eşimi ve kuzenimi aradım. Fazla da konuşamadan telefonumu elimden aldılar. Kalbimden gelen sinyalleri bozuyormuş 🙂
Sabah erkenden Santiago de Compostela’ya gidiyoruz ambulansla. Her şey hazır, kalbime sağ bileğimden girip tıkanmış yan damarları açıyor ve stentleri yerleştirebiliyorlar. Bana da bir yandan bilgi veriyorlar. Ekrandan birlikte izliyoruz. Sevgili kalbim! Ne oldu bize? Gerçekten bu stentlere ihtiyaç var mıydı?
Yine Pontevedra‘ya dönüyoruz ve neredeyse dolce vita 🙂 Hemşireler, hasta bakıcılar, temizlik ve yemek görevlileri, doktorlar tamamen insana odaklı, düşünceli, nazik ve içten. İyileşme de ne yap! Bu sırada İstanbul’da pek çok canım da benim için ortalığı allak bullak edip, konsoloslukları ayağa kaldırıp, benim göz yaşlarıma paralel akışta bir duygudaşlıkla duruma ortak olmuşlar 🙂 Bu durumu daha sonra, evime döndüğümde öğrendim. Ayrıca güzel haber! Hüseyin geliyor 🙂 Haberimi ona ilettiğimde “geleyim” deyince her şey çok rahat oldu gözümde. O beden dışı deneyimde gördüğüm bir sahneydi bu! Ekstradan, gelirken araba kiralamasını rica ettim.
3 gece bu hastanede alabileceğim en iyi bakım, ilgi, kontrol ve içten kucaklanma duyguları içerisinde yüzdükten sonra, son kontrollerim de yapıldı ve tüm vardiya görevlileri ile kocaman sarılmalar sonrası çok sevdiğim Pontevedra‘nın sokaklarına geri döndüm. Geceyi Peregrino kilisesine çok yakın bir otelde geçirdik.
17 Ekim 2014 – Cuma / Pontevedra – Santiago de Compostela – Noia
Pontevedra’dan çıkıp, Carril‘e doğru aynı rotayı izledik. Kalbimle dalaştığım yere döndüm. O evin kapısını ve bana ambulans çağıran o bayanı buldum. Kollarımızı kocaman açıp birbirimizi kucakladık. Beni Vilagarcia de Arousa hastanesinden sonra takip edememiş ve çok merak etmiş. Gözlerimiz doldu. Hüseyin’in yanımda olduğunu görünce içi rahatladı. Ona nazar boncuklu bileziklerimden birini teşekkür etmek için bıraktım. Bizi sevgiyle uğurladı. O midyeci de eşiymiş 🙂 Ne güzel!
Santiago de Compostela !
Yürüyerek geleceğim yerdin sen! 🙁 Yine de sağ salim vardım. Öğlene doğru kente giriyoruz. Eski kenti ve katedrali geziyoruz. Toplu ayine de yetiştik böylece. İsa’nın havarilerinden St.James adına kurulmuş bu kilise ve sonrasında hac geleneği ile büyümüş. Kentin, diğer yerlerdeki galiçya sıcaklığı ve hafifliği yok bana göre. Kent yaşamı hac yolculuğuna ve üniversite canlılığına yaslanmış. 8.yy da St.James’in mezarının bulunmasından sonra yüzyıllardır çevresinde oluşturulmuş efsaneler, anılar ve ticari her türlü faaliyet, burada bir ağırlık hissetmeme engel olamadı.
Gerçekte hıristiyanlık öncesi pagan geleneklerinde Atlantik okyanusunun bu kıtadaki en uç noktaları, Muxía ve Finisterre‘ye yapılan arınma yolculuklarının rotasında bulunmak dışında bir özelliği yokken, hıristiyan kültürüyle tanışınca böyle bir üne kavuşmuş. Her ne olursa olsun, bu yolu kendine bir yolculuk olarak kabul edip, yolla bir olup buralara gelenler için kocaman bir selam olsun, kutlu olsun!
Şimdi sıra Muxía‘da. Ormanlarla çevrili yollardan gidiyoruz arabayla. Tek tük hacılar, Santiago de Compostela sonrası yollarına devam ediyor. Atlantiğin rengi lacivert burada. Hava güneşli, neşeli, hafif 🙂 Ohhh!…henüz karşı kıyılarda Amerika kıtasının bulunduğunun bilinmediği zamanların dünyanın sonu noktalarından birindeyim. Sevimli küçücük beldede insanlar sakin, genelde yaşlı nüfus yaşıyor. Hacılar için hazırlanmış yurtlar benim sevdiğim türden. Sanki paganlar zamanındaki özgün ve özgür ruh hala burada geziniyor. Kıyıdaki fenerin yakınına toprağa yanımdaki hurma çekirdeklerinden birini daha gömüyorum. Gider de oralarda bir hurma ağacı görürseniz bendendir 🙂 Atlantik kıyısında palmiyeler yetiştiğine göre umut var!
Yine kıyı kıyı ve orman içlerinden geçip Fisterra ( Finisterre- Dünyanın sonu)’ya varıyoruz. Tam burunda denizci feneri ve otel & restoran birlikte. Rüzgar hızlı esiyor, hafifletici, deniz kokulu 🙂 Denize bakınca aklıma Kelebek filminde Steve Mc Queen’in dalgaları sayıp, uygun dalgaya atlayıp kıyıdan uzaklaşabildiği ve böylece özgür kalabildiği sahne geliyor. O, 7.dalgayı yakalamıştı! Ben içimdeki dalgaları, içimdeki rüzgarı, içimdeki çarpışmaları dinleyeceğim bir süre daha. Kaçmam gerekmiyor 🙂 Belki de yakalamam gerekenler var yaşamaya devam ederek! Aşağıda denizin üstünde granit taştan bir haç var. Herkes bir şeyler bırakıyor dibine. Ben de hastaneye gidinceye kadar bana eşlik eden, kardeşlerimden birinin hediyesi yeşil boncuklu bilekliğimi bırakıyorum orada. Benimle olan, bana eşlik eden, şifalanmak isteyen her kim ve ne varsa şimdi şifalanmakta özgür olsun diye! İlginçtir ki, 2012’de Sibirya şamanlarını ziyaretimizden bu yana sağ bileğimde kopmadan o güne kadar getirdiğim incecik kırmızı ip te, operasyon sırasında sağ bileğimden kanal açılırken kopmuştu! Dünyanın sonuyla vedalaşırken sembolik bir resim çektirmeyi de ihmal etmedim. 0 Km.= Herşeyin başlangıcı ve herşeyin sonu noktası! Geldiğim gibi dönmeyeceğimi biliyordum ama bu kadar keskin bir değişim de beklemiyordum. Anlamlandırmak için biraz zamana ihtiyacım var. Hüseyin’se dünyanın bu tarafını, bu haliyle, bu mitlerle tanımış olmaktan memnun. Ben de ona buraları tanıştırdığıma memnunum.
Tamamlamayı hayal ettiğim şey, içeriğinde bazı heyecanlı bonuslarla birlikte tamamlandı! İçimi yokluyorum. Eksikliğini hissettiğim bir şey var mı? Cevap kesin bir hayır. Herşey tastamam bu haliyle. Yaşamın gerçekten bir armağan olduğu duygusu iliklerime kadar işlemiş durumda, rüzgarla, dalgalarla, ormanlarda ağaçların dansıyla, deniz kuşlarının kanatlarıyla, kalbimin düzgün ve rahat atışıyla, gören gözlerimle,yolculukta olan hacıların seyri-ü sefer hallerini hatırlayarak, mutluluktan uçan ruhumla bu yolculuk da tastamam:)
Kıyı kıyı geze geze Noia‘ya geliyoruz. Arada geçtiğimiz Muros da özgün bir küçük kentti. Biraz yürüyüş, yine bir deniz feneri, balıkçı kayıkları, kaldırım masalarında neşeli sohbetleriyle galiçyalılar ve şarap. Noia da kendi halinde bir kıyı kenti. Parkları ve çoluk çocuk aktivite halinde olan insanları, genç, hafif ve modern havasıyla daha çok geleceği çağrıştıran bir yer. Parka yakın bir yerde oturup keyif yapıyoruz. Çocuklar paten yapıyor, bisiklete biniyor, koşuyor, oynuyor, neşeyle bağırıp çağırıyor ve insanlar gülüyor, birbirine, çocuklarına, kuşa, kediye gülüyor:) Belki de Cuma akşamı olmasının hafifliğidir bu…
Geceyi burada geçiriyoruz. Sakin ve sessiz bir gece. Dinleniyorum.
18 Ekim 2014 – Cumartesi / Noia – Santiago de Compostela – İstanbul
Sabah kalktığımızda henüz hava karanlık. Kahvaltı için çok erken. Yola çıkıp Santiago‘ya dönüyoruz. Hava bulutlu, yağmur yağacak gibi. Yeniden Santiago’nun eski daracık sokaklarına, yüzyıllar öncesinden kalmış binalarına, katedrale dönüyoruz. Yeniden katedrali gezdim ve arkadaşlarım için St.James’in metal heykelinin ensesine elimde son kalan iğneleri attım 🙂 Onlar buna ” St.James’le kucaklaşmak” diyor! Daracık bir merdivenle bir platforma çıkıyorsunuz, heykelciğe sarılıyorsunuz. Bir metali kucaklamaktansa gerçek insanları kucaklamayı kesinlikle tercih ederim. Ayinler sonrası herkes birbiriyle el sıkışıyor, kucaklaşıyor…Tıpkı bizim mevlütlerimizde el sıvazlayıp selamlaşmamız gibi…
Kahvemiz, çöreklerimiz, şarabımız, minik hatıra eşyalarımız, broşürlerimiz vs…herşey tamam…tam olarak hac yolculuğu yapmadığım ve tamamlamadığım için Peregrino Credential belgemi onaylatma ve hacı belgesi alma zahmetine girmedim. Sırada bekleyen insan sayısını görseniz şaşırırsınız. Bunun yerine Santiago‘dan geçtiğimi belgelemek üzere yine turizm ofisinin sevimli görevlisinden mühürümü alıyorum.
Çok klasik tarzda döşenmiş, yüzlerce yıllık bir kafeteryada geleneksel kahve ve tost ikilisini son kez yiyorum. Yeniden kendime sordum : Tamam mı? Evet, her şey tamam. Kalbimle ilgili hiç bir “olmasaydı iyiydi” düşüncesi de yok…Çok şükür!
Sokaklarında biraz daha yürüdüğümüz Santiago de Compostela‘yı ardımızda bırakıp havaalanına gidiyoruz. Güneş açıyor, gök yüzü hafifliyor. Uçağa biniş ve İstanbul. Ayrılırken uyur bıraktığım İstanbul geldiğimde de uyumak üzere 🙂 Boğaziçi köprüsünden geçerken, gidişim sırasında aklımdan geçenleri yeniden hatırladım. An’dan an’a değişmeden kalabilmek mümkün mü zaten?
Yuvadayım. Mutluyum.
Geri bildirim:Her şey gönlünce olsun!.. | Nermin Uyar