Hani bazen fiziksel bir acımız olmadığı halde sanki gerçekten bir yaramız ya da bir sancımız varmış gibi hissederiz…sanki canımız yanıyordur…işte böyle zamanlarda deriz ” canım yanıyor ” diye…gerçekte kalbimizdir acıyan. Neredeyse elle tutulur ve gözle görülür bir yara varmış gibi acır işte kalbimiz. Ya kırgınızdır, ya kıskançlık krizleri içindeyizdir, ya hasetten çatlamak üzereyizdir…ya da fena halde çaresizlik içindeyizdir…Kalbimizi acıtan şeyler öyle çok ki…
Kalbimizin acısına katlanamadığımız, bu acının bize getirdiği mesajları anlamaya ve ilerlemeye cesaret edemediğimiz zamanlarda da, bu acının sebebi olarak gördüğümüz durumu ya da kişileri suçlayarak acımızla baş etmeye çalışırız.
Biliyor musunuz aslında buraya kadar bir sorun yok! Neden derseniz, bütün bu süreç binlerce yıllık evrim sürecimizden gelen ve hücrelerimize nakşolmuş “hayatta kalma” stratejilerimizden kaynaklanıyor ve bence de aslolan “yaşamak” 🙂
Sorun ise şu noktada başlıyor : Kalbimizi acıtan gerçek duyu ve duygunun ne olduğunu anlayamadan vereceğimiz sert tepkiler, daha sonra hissedebileceğimiz pişmanlıklar veya utanç, suçluluk vb. duygularla birleşerek büyüyüp kapalı bir çember içinde dönüp durmamıza yol açıyor.
İşte böyle anlarda kendimizi yakaladığımızda bedenimizden yükselen tepkiye kulak verip, ne demek istediğini anlamak üzere ona “hoşgeldin” diyebiliriz. Sonra da duyduğumuz öfkeyi, nefreti, kıskançlığı, panik ve endişeyi, o andaki durumun yaşanmasından kısa bir an önce hissettiğimiz duyu ve duygularla bağlantılandırabiliriz. İşte elimizde kendimize dair çok değerli bir bilgi. Hatta anlayış 🙂
Böylece ego diye tanımladığımız tarafımızla da işbirliği yapmak mümkün olacak. Öfkemizin, kızgınlığımızın, endişelerimizin ve paniklerimizin bizi hayatta sağlam tutmaya, var kalmamıza yönelik birer savunma hattı oluşturmaya çalıştığına, kendi bilincimizle oluşturamadığımız sağlıklı kişisel sınırlarımızı artık oluşturmamız gerektiğini bize anlattığına dair çok geniş bir anlayışa ulaşabiliriz.