Tanrı beni sevmiyorsa…
Tanrı beni sevmiyorsa…

Tanrı beni sevmiyorsa…

Çocukluğumuz annemize babamıza kendimizi sevdirmeye çalışarak geçebiliyor 🙂 Hatta önce annemize diyebilirim. Dünya hayatımıza gelişimizle ilk nesne ilişkimizi kurduğumuz kişi annemiz oluyor. Hayatla ilişkimiz  böylece başlıyor. Annemiz bizi severse, kabul ederse, hayat ta bizi sever ve kabul eder gibi bir inancımız oluyor. Bilinçdışımızda kalan önemli inançlarımızdan biri de budur.

Aile bütünlüğü içinde babamız da çok önemli. Babasının kızı, babasının oğlu olmaya uğraşıyoruz. Tabii ki çok doğal. Çocuk olarak dünyada var oluşumuzun temeli bu ikisinin kabulünü, onayını, sevgisini kazanmaya dayanıyor. Anne babamızın biz çocuklarına karşı yaklaşımları da bu dansın ritmini, temposunu, ahengini belirliyor.

Peki ya sevilmediğimizi, kabul edilmediğimizi, desteklenmediğimizi hissedersek ne yaparız? Böyle bir durumla bir çocuk olarak nasıl başa çıkarız? İki yaşlarımızın sonuna doğru kendi benliğimize uyanmaya başladığımızda itilip kakıldığımızı, benimsenmediğimizi, eleştirilip yargılandığımızı hissettiğimizde ne yaparız?
İşte o zaman “Tanrı beni sevmiyorsa, öyleyse ben de kendimden sevilecek bir tanrı yaratırım” senaryosu yaratıp, bunu oynamaya başlıyoruz. Başlayabiliyoruz diyelim. Çünkü hepimiz böyle bir strateji kullanmıyoruz. Bu yazının devamı bu stratejiyi kurgulayıp yaşayanlar içindir 😉

Ailenin cici, uslu kızı-oğlu olmaya çalışırız bazen. Bunun için neredeyse bir hayat feda ederiz. Yeter ki bizi terketmesinler, yeter ki bizi sevsinler, bize sahip çıksınlar, bizi desteklesinler, bizimle gurur duysunlar… Olmazsa eksiğizdir, yetersizizdir, olmadı yetersizdirler, cahildirler, utanç kaynağıdırlar, beceriksizdirler. Suçlayıcı oluruz. Bazen de asi, kavgacı, duyarsız, umursamaz vb. oluruz. Bu hallerimizi sürdürebilmek, böyle yaşayabilmek için de bu kişilere, durumlara, örüntülere bağımlı hale geliriz. Yaşamak, bizim için böyle bir şeydir. Yaşama verdiğimiz anlam, acı da-yorucu da-yaralayıcı da olsa budur ve bunu sürdürebildiğimiz sürece yaşadığımızı hissederiz.

İşte bütün bu tuzaklara düşmeyip, hani o küçümsediğimiz “looser” (kaybeden) tiplerden olmadan yaşadığımızı hissedebilmek için de, bir başka strateji oluşturabiliyoruz. Bu da en açık-basit anlatımıyla “Tanrı / Tanrıça” şablonu-arketipi ile bağlantılıdır.

Her şeye muktedir, her şeye gücü yeten, kimseye muhtaç olmayan, her işi kendi yapan, yardım istemeyen, gücünü otoriteye bağlayan, eleştiren, yargılayan, hep haklı olan, hep en iyi-doğru olan, hatasız-kusursuz, mükemmel olduğumuza inananlarızdır. Bu durum Hallac-ı Mansur’un “En el Hakk” bilişinden farklıdır.

Bir maskedir yine. Aslının kötü bir kopyasının kopyasıdır. Suyunun suyu gibi 😀 Narsisistlerimiz, zorba hükümdarlarımız, mafya babalarımız, anaç kraliçelerimiz, babacan tanınmak isteyen patronlarımız, hem severim hem döverim babalarımız, emrinize amadeyim insan evlatlarımız… yani biz, bizlerden birilerimiz… Bu durum, Tanrı’ya atfettiğimiz özelliklerle de yakından bağlantılıdır. Tanrı kavramımıza ilişkin inançlar, ön yargılar ve yanılsamalar da içerir. Sevilmediğimizi, beğenilmediğimizi, desteklenmediğimizi, kabul edilmediğimizi hissettiğimiz böylesi durumlarda kendimizi sevilebilir hale getirmeye ve kendimizden, başkaları için bir Tanrı yaratmaya soyunabiliyoruz. Tanrı olmak yerine de acıklı bir şekilde manipülatör, asil acı-çeker, iyi polis-kötü polis vb. oluyoruz!

Regresyon çalışmaları sırasında karşılaştığımız yaşantıların bir kısmı da bizlerin bu Tanrı / Tanrıça kavramına dair geliştirdiğimiz içsel anlayışa yaslanıyor. Buna ulaşabilmek için kendi benliğimize geçirdiğimiz maskelerin farkına varmak ve sonra bunların maske olduğunu fark edip, bunları terk etmek zor 😉 Bu konuda yetkin, deneyimli, özgün benliği kabul edebilmenin zorluklarını öncelikle kendinde deneyimlemiş danışmanlarla bu yolculuğu yaşamak önemli. Olası bazı sorunların baştan itibaren hassasiyetle gözetilerek bu çalışmaların yapılması, arzu edilen sonuçlara ulaşabilmek açısından da danışmanın dikkate alması gerekenlerden.

Son söz: Kendi halinde yaşayıp hayatın tadını çıkaran, haddini bilerek sesini-sözünü paylaşan, haddini bildiği için yardım istemekten çekinmeyen ve ihtiyaç duyulduğunda yardımını-desteğini esirgemeyen, hayatın nimetlerinin farkına varıp şükran duyan, yüreğinde hayatın bütününe şefkat duyan tüm varlıkların, özellikle çocuklarının da bilge ruh – acemi insan evladı olduğunun farkına varıp gereğini hakkıyla yapan anne ve babaların önünde sayıyla eğiliyorum.

Sevgiyle kalın.

Bir yanıt yazın