TANRICILIK OYNAMAK YERİNE TANRI OLMAK (7 & sonsuz)
TANRICILIK OYNAMAK YERİNE TANRI OLMAK (7 & sonsuz)

TANRICILIK OYNAMAK YERİNE TANRI OLMAK (7 & sonsuz)

snowdrift-pavel-hajko1Evet, bir şey değişir! Kendi hayatımızın yazarı, kurgulayıcısı, kareografı, oyuncusu olduğumuzun farkına varmak çok şahane bir zirve duygusu yarattığı kadar ürkütücüdür de 🙂 Her şeyin sorumlusu olmak ve her şeyden sorumlu olmak!!!

Hallac-ı Mansur “En-el Hakk” dediğinde; var olan her şeyin, her anlamın, her gölgenin, her ismin, her cismin kendinde toplandığını fark etmişti. Fark ettiği diğer şey de; kendisinin de tüm var olan içinde bir parça olduğuydu. Hem kendinin hem de yaratımının farkına varmasıyla deneyimlediği vahdet hali içinde başka ne diyebilirdi ki! 🙂 Bu her şeyden sorumlu olmak ve her şeyin sorumlusu olmak fikri biraz ürkütücü demiştim 🙂 Bizim anladığımız anlamdaki “güç” kaynağı bu sorumlulukta yatar. Düşünün sabah yatağınızdan kalktınız güneşi doğurmalısınız, gece gökyüzüne yıldızları ve zamanıysa ayı serpiştirmelisiniz, galaksileri, kuzey ışıklarını, mümkünse rüzgarı her bir yönden her bir yana estirmelisiniz… Leyleklere göçme vakti geldiğini hatırlatacaksınız, başaklara dolma vakti geldiğini, penguenlere çoğalma vakti…Bunları hallettiğinizde arkanıza yaslanıp “ohhh…çok şükür her şey yolunda” diyeceksiniz…panik olmayacaksınız! Kaplumbağanın doğasına aykırı yerlerde gezip sırtüstü takılı kalmasından, kirpilerin sevimli köpecikler tarafından taciz edilmeyeceğinden, insanların birbirine eziyet etme ihtimalinden endişe etmeyeceksiniz…Bileceksiniz ki onları bütün bunlarla baş edebilecek yeteneklerle donattınız 🙂 Donatmadıysanız da en doğru zamanda en doğru şekilde duruma hayatın müdahale edeceğini bilerek hala sırtınızı en sevdiğiniz ağaca güvenle yaslayabileceksiniz…Çocuklarınıza ekmek, eşinize aşk, atalarınıza saygıyı rahatlıkla ve sevinçle elinizin altındaki sonsuz kaynaklardan sunabileceksiniz!!!

“Nerdeee…bunları yapabilmek için o-şu-bu-vs.vs. olması-yapması-vb.vb. gerekir” diyeceksiniz 😉 Demeyin! Onun yerine elinizden gelenin EN İYİSİNİ yapın! Yapın! Çalışın, bağırın, çağırın, çizin, yiyin, gülün, sevişin, kavga edin, saldırın, okuyun, söyleyin, anlatın, anlayın, tartışın, düşünün, konuşun, sarılın, kucaklayın, dans edin, yürüyün, koşun, ağlayın, 🙂 Sadece şunu yapmayın: Yok saymayın!

Yok saydığımızda – ya da bu anlama gelen şeyler yaptığımızda – sorumluluğu başkasına, başka bir şeye ver(miş) gibi yapıyor, yani kurban moduna geçiyoruz. Geçtiğimizi sanıyoruz yani… Ama heyhat! Yarattığımız hayat bunun böyle olmadığını, kıvırtamayacağımızı, sorumluluktan kaçamayacağımızı dankkk! diye kafamıza kafamıza – biz anlamamazlıktan geldikçe daha da şiddetle – vuruyor 😉 Bize;”beni sen yarattın, beğenmiyorsan değiştirmek ancak sen istersen mümkün” diyor! Evet, evettttt!!! Biz yarattık hayatı…Kurduyla, kuşuyla, kum tanesiyle, suyuyla, tuzuyla, yıldızıyla, galaksisiyle, solucanıyla, denizanasıyla, mikrobuyla, virüsüyle, bilgisiyle, cehaletiyle, karanlığı ve aydınlığıyla, gündüzü ve gecesiyle, domatesi ve muzuyla, sivrisineği ve domuzuyla… Milyarlarca yıl önce varlığa-hepliğe bürünüp kuantsal taneciklerden şu anda bilebildiğimiz her varlığın şu andaki şeklini almasına hepimiz ve her şey topluca sebep olduk!

Varlığa dönüşmeden önce ne vardı sorularına belki bir başka yazı dizisinde cevaplar bulmaya çalışır, üzerinde tartışırız. Bu yazılarımda ben var olan Tanrı algımızdan, inancımızdan, bilişimizden kaynaklanan hallerimize odaklanmak istedim.

Doğanın işleyişine – en yakın ölçekte kendi bedenlerimize – baktığımızda, her şeyin son derece hamarat bir şekilde iş gördüğünü, yarattığını, yıktığını, yeniden yarattığını, düzenlediğini, düzensizleştirdiğini ve yeniden düzen kurduğunu görebiliriz. Her bir parça kendini bütünün içindeki işleviyle bütünleştirmiş, kendi varlık sebebinin kendince tam olarak bilincinde, bu kocaman evren resmindeki yerini tam olarak doldurmak üzere çalışıyor.

Kısacası her bir birim – en küçük parçacıktan en büyük sistemlere kadar – kendi var oluşunun gereğini yerine getiriyor. Bizlere yani insan birimine gelince… Doğal var oluş sistemimizden uzak düşmüş olmamız, bu uzak kalışımızdan yarar uman “güç” tutkunlarının da beslemesiyle hayatımızı sanki bir kör dövüşüne çeviriyor. Birbirimizi insan olarak değil de üzerimize yapıştırdığımız etiketlerimizle tanıyor, biliyor, algılıyor ve karar veriyoruz hakkımızda. İşte bu noktada Tanrı olmaktan çıkıyor, Tanrıcılık oynuyoruz. Özümüzün tanrı yanından o kadar uzak düştük ki, insan olduğumuzu bile unutuyoruz. İnsan ruhumuzdan ayrı düşmemizin bilinçaltımızda açtığı uçurumları nesnelerle, kişilerle, idollerle, tabularla, etiketlerle, “güç” temsili sembollerle doldurmaya çalışıyoruz. Yani ne doğadaki yerimizi biliyoruz, ne de doğamızı yaşıyoruz 🙁  Bu içsel çatışma hayatımıza fiziki çatışmalar, savaşlar, kavgalar, didişmeler, çekişmeler vs. olarak yansıyor. Bu durumu BİZ YARATIYORUZ!

Hadi gelin bugün sahip olduklarımız ve bu sahip olduklarımızla hayatınızda aldığınız yer hakkında biraz düşünelim. Sahip olduklarınıza sahip olabilmek için yaptıklarımız, yaşadıklarımız içimize sindi mi? İçimizde kendimizle barışık mıyız? Sahip olduklarımız bizi tam olarak tanımlıyor mu? Özümüz bütün yaşananları onaylıyor mu? Eğer öyleyse ne mutlu bize. Yok değilse gelin kendimizden af dileyelim, hayattan ve bu noktaya gelinceye kadar kendimiz olmadan dokunduğumuz her şeyden ve herkesten özür dileyelim. Tıpkı bilmeden, istemeden birini incittiğimizde yaptığımız gibi!

TANRI BAĞIŞLAYICIDIR 🙂 Hayat da öyle… Gelin yeni düzenimizi özümüzle bir olup kuralım.

Özümüzle buluştuğumuz anlarımız bol olsun 🙂

NOT: Bu yazı dizisini 1.bölümden itibaren birlikte okumanızı tavsiye ederim 🙂

 

Bir yanıt yazın